Bezmi elest terkibi, "Allahu Teala'nın, 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' şeklinde ruhlara bulunduğu hitaba karşılık O’na ruhlar tarafından 'Evet.' diye cevap verildiği meclis" anlamında kullanılmaktadır. Bu kullanıma gerekçe kılınan ifadelerin yer aldığı iki ayet şöyledir: "Bir de Rabbin, Âdemoğullarının bellerinden zürriyetlerini alıp da onları kendilerine şahit tutarak, 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' dediği vakit, 'Evet Rabbimizsin, şahidiz!' dediler. (Bunu) kıyamet günü 'Bizim bundan haberimiz yoktu.' demeyesiniz diye (yapmıştık). Yahut, 'Atalarımız daha önce şirk koşmuşlardı. Biz onlardan sonra gelen bir nesil idik, şimdi o bâtıl yolu tutanların yaptıkları yüzünden bizi helâk mi edeceksin?' demeyesiniz diye (yapmıştık)." (Araf, 7: 172-173). Bu ayetler bağlamında, "bezmi elest" hakkında üç belirgin görüş vardır.
Birinci görüş: Eski tefsirlerde geniş yer tutan, çoğu birbirinin tekrarı olan rivayetlere göre, Allahu Teala dünyayı yaratmadan önce dünyaya gelecek olan bütün insanların ruhlarını, ruhlar âleminde bir araya getirerek onları Kendi varlığına tanık kılmış; kendisinin onların Rabbi olduğunu yine onlara onaylatmış; bu gerçeği tasdik ettikleri yönünde onlardan söz almış ve böylece kendisi ile dünyaya gelecek bütün kulları arasında bir tür sözleşme akdetmiş; ayrıca bu sözleşmeye onların bizzat kendilerini şahit tutmuş veya bir kısmını diğerleri hakkında tanık göstermiş ya da -bir başka yoruma göre- bizzat kendisinin ve meleklerin bu sözleşmeye şahit olduklarını onlara bildirmiştir. Böylece insanların, "Bizim bundan haberimiz yoktu." diyerek yahut inkârcılık veya putperestliği kendilerinin icat etmediğini, bunu atalarından miras aldıklarını, başka türlü bir bilgiye sahip olmadıkları için kendilerinin de bu inancı sürdürdüklerini, dolayısıyla bu hususta kendilerinin bir günahı ve sorumluluğunun olmaması gerektiğini belirterek, sorumluluktan kurtulmaları da önlenmiştir. İlk dönem Selef âlimleriyle, sûfîler, Sünnî ve Şiî kelâm bilginlerinin çoğunluğu ayeti böyle yorumlamışlardır (Karaman, 2007, II: 623-624).
İkinci görüş: Burada belirtilen sözleşme mecazi anlamda olup bu olay, dünya yaratılmadan önce değil, her insanın kendi bedeninin yaratılması sırasında gerçekleşmektedir. Bir görüşe göre zürriyetlerin baba sulbünde yaratılışı esnasında, başka bir görüşe göre anne rahmine yerleşip organik oluşumunu tamamlaması sürecinde Allahu Teala insanoğlunun doğasına ya da fıtratına Kendisinin varlık ve birliğini tanıma, kavrama ve dolayısıyla Kendisine inanma yeteneğini yerleştirmektedir. Şu halde Allah, her insanı, iman etmesi için yeterli zihnî ve psikolojik donanıma sahip kılmakta; iç ve dış âlemde Kendi varlığına ve birliğine kılavuzluk edecek birçok kanıtlar yaratmaktadır; böylece O, sanki insanlara, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sormakta, onlar da "Evet" diyerek bunu tasdik etmektedirler. İnsanın doğasındaki iman kabiliyeti bu ayetlerde temsilî bir dille anlatılmış bulunmaktadır. Allah'ın, Rasulullah (s)'ın ve Arapların sözlerinde böyle ifadeler mevcuttur. "Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve yerküreye, 'İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin.' dedi. Her ikisi de, 'İsteyerek geldik.' dediler." (Fussilet, 41: 11) ayetindeki ifadeler buna örnek olarak verilmektedir (Zemahşeri, ts., II: 166). Mu'tezile ve Mâtürîdî âlimleriyle bazı Eş'arî ve Şiî âlimlerinin de bu görüşte oldukları bildirilmekte, Fahreddin er-Râzî'nin de bu görüşte olduğu anlaşılmaktadır. Başta İbn Teymiyye olmak üzere sonraki Selefiler, Allah'ın insandan ahid ve mîsâk almasını, insanın psikolojik muhtevasına kendi varlık ve birliğini tanıma kapasitesi vermesi şeklinde anlamışlardır (Karaman, 2007, II: 624-625). Elmalılı'ya göre de Araf suresindeki diyalog Zemahşeri'nin verdiği ayette olduğu gibi istiare kabilindendir (1979, IV: 2325).
Üçüncü görüş: Yukarıda belirtilen Araf suresindeki söz konusu iki ayet aslında İsrailoğullarından söz etmektedir. Çünkü ayetlerin bağlamı ve olay örgüsü okuru böyle bir yoruma götürmektedir (Deniz, 2013: 152): "Hani bir zamanlar biz o dağı gölgelik gibi (İsrailoğullarının) tepelerine çekmiştik de üzerlerine düşüyor zannettikleri bir sırada demiştik ki: Size verdiğimiz kitabı kuvvetle tutun ve içindekini hatırınızdan çıkarmayın, umulur ki korunursunuz." (Araf, 7: 171). Söz konusu ettiğimiz iki ayetin hemen öncesindeki bu ayette söz edilen kimseler, asiliklerinden dolayı dağın -yaptıklarından pişman olmaları için, caydırıcı olarak- tepelerine eğildiği İsrailoğullarıdır. Dağın onların üzerine devrilecek şekilde eğilmesi, bütün müfessirler tarafından İsrailoğulları hakkındaki fiili bir olay olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla söz edilen kimseler aslında İsrailoğullarından şirk koşmuş olan bir grupla ilgilidir. (Deniz, 2013: 157-158). Zemahşeri de, Ademoğullarının "Üzeyr Allah'ın oğludur." (Tevbe, 9: 30) diyerek Allah'a ortak koşan Yahudilerin ataları ve zürriyetlerinin de onların Rasulullah (s) zamanında yaşayan ardılları olduğu kanaatindedir (ts., II: 167; Deniz, 2013: 158).
Son görüş daha makul görünmekle birlikte, ayetteki "ifade genişliğini" İsrailoğulları ile sınırlamaya gerek yoktur.
En doğrusunu Allah bilir.
Deniz, Gürbüz, "Elest Bezmi ya da Hangi Söz", Eskiyeni Dergi., S. 26, Ank., 2013. (151-161)
Karaman, Hayrettin vd., Kur'an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, 5 c., DİB Yay., Ank., 2007.
Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, 10 c., Eser Neşr., İst., 1979.
Zemahşerî, Mahmud b. Ömer, el-Keşşâf an Hakâiki Ğavamidi’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvil fî Vucûhi’t-Te’vil, 4 c., Daru İhyai’t-Turasi’l-Arabi, Beyrut, ts.