İsmail DETSELİ
Yaz gününde bir günlük dolapsızlık aileye ızdırap veriyor. Buzdolabı tabiî ki fakirin en çok ihtiyacı olan şeydir. Neden fakir için lüx olsun. Fiyatı her ne olursa olsun, dolap fakir evine şart. Çünkü zengin bir gün yaptığı yemeği ertesi gün yemeyebilir ama fakir bir tencere yemeğini belki 2 öğün belki de 3 öğün yiyebilir. Bunu koruyabilmek için de tabi buzdolabı elzemdir.
Buzdolabının değeri hele şu yaz günlerinde bir ihtiyaçtan öte mecburiyettir.
İnsanın başına bir olay gelmez ise o malının değerini pek bilemez olayın vahametini kavrayamaz.
Geçenlerde evde buzdolabımız arızalandı, servisi çağırdık gelen elemanlar “İsmail amca bu dolabın işi bitmiş, yenisine müracaat. Bu tamir edilse de yüz güldürmez” deyince tüylerim diken diken oldu. Şu yokluk zamanımızda bizi bir telaştır aldı, evi tedirginlik sardı. Çünkü bütün dolapta sakladığımız ihtiyaçlarımızı komşuların evlerine dağıttık, sağ olsunlar ama bir ihtiyaç halinde o komşuyu zamansız rahatsız etmek, bizi adeta utandırıyordu. Üç gün o bayi senin bu bayi benim yok, şu marka iyi yok öteki daha iyi derken bütün ahbapların dediklerini değerlendirdik. Kimi dolabın derin donduruculusu iyi olur derken kimi nofrost iyi dedi. Kimi A sınıfı az enerji yakar, der kimi B sınıfı çok yakar der. Neyse gözümüzü kararttık bir marka üzerinde karar kılıp kesemize uygun fiyatta olan bir bayiden kart çektirip dolabı aldık. Servis getirip dolabı bağladı. Allah’a şükür evin dağınıklığı toparlanıverdi. Komşulardaki emanet yiyeceklerimizi de geri getirdik ve huzura erdik.
Bundan sonra şöyle kenara çekilip eskilere dalıp gittim. Rahmetli anacığım gözümün önünde canlanıverdi. Bundan elli altmış sene önceyi hayal edebilir misiniz? O hamarat, vefakar analarımız, bin bir zahmet ile tüpsüz, ocaksız, odun ocağında kaynatarak pişirdiği yemekleri yedirdikten sonra ikinci, üçüncü, öğünlerde tekrar sofraya ekşitmeden getirebilmek için çeşitli akıllar düşünür zorlu uğraşlar verirdi ve eşine çocukların tatlı ve besleyici bir besin sunmak içine ne zahmetler çekerdi.
Evlerin izbe tabir edilen karanlık bir yerini daima ıslak tutarlardı oralarda su testileri ayranlar yoğurtlar yemekler muhafaza edilir, bunları sadece sıcaktan korumadan ziyade bir de fare gibi zararlı mahlukattan da korumak çok zordu..Anacığımı düşünürken yaptığı o güzel akıllı ve tecrübeden gelen işler aklıma dizildi. Yazayım da sizlerde eskilerden bir nebze haberdar olun.
O elleri öpülesi yattıkları yerleri nur olası analarımız, yazın o sıcaktan kavrulduğu günlerde dolap yok, klima yok, buz yok, inekten koyunlardan keçilerden sağdıkları sütleri yoğurt yapar varsa süt makinesinde çeker, ki herkeste yoktu. Ya da çömleğin üzerinden yağlı yerini alıp ürün adını verdiği günlerce biriktirip evlerin gerisinde yukarda yazdığım şekilde muhafaza ettiği yoğurtları kararlaştırdığı bir günün sabahı daha şafak sökerken herkesin derin uykuda olduğu bir saatte kalkıp köyün 500 metre ya da bir kilometre uzağında bulunan sarnıçlardan soğuk sular getirmek için bir merkebe yüklediği heybeye iki testi takar iki testiyi de özel örme ipi ile sırtına yüklenir onları getirip önceden tertemiz yıkayıp hazırladığı turfan denen kapçı aleti olan yayığın içerisine yoğurtları doldurur, ardından getirdiği soğuk sulardan da üzerini tamamlardı. Turfanın ağzını özel sepilenmiş bir deri parçası ile sıkıca bağlar, temiz bir tülbentten sibop vazifesi yapacak kıvrılmış bir yaş bez ile de turfanın ağzına yakın yerindeki deliği tıkar ve altına serdiği minderlerin üzerine yatırıp üzerindeki özel saplarından iki eli ile tutup başlardı yaymaya. Arada bir de deliği açıp fışşş diye hava almasını sağlardı. Evvelden yaptığı iğdeden uzunca bir çıbığı delikten içeri sokup yağ ile ayranın ayrılıp ayrılmadığını kontrol eder ve tecrübesi ile “bu tamam” diyerek bütün gücünü toplayıp kucakladığı turfanı büyük bir kazana boşaltırdı. Hemen acele ayranın yüzüne gelen o tereyağını bir büyük tepsiye alır yine getirdiği soğuksular ile defalarca yıkar bir temiz çömleğe koyup muhafazaya aldıktan sonra evlatları için çok önemli olan bazlamaya ak yağ sürüp onların ve eşinin uykudan kalmasını beklerdi. Onlar kalkıp da o yağlı bazlamayı iştahla yerken onları zevkle seyreder ve “yiyin guzularım, afiyet olsun” derdi.
Daha işi bitmez artık kalkıp işine tarlasına gitmekte olan köylüler için kapının önüne çıkardığı o koca kazandan her geçene mutlaka “aman soğuk ayran içmeden geçmeyin komşular ölenlerin ruhuna varır” diye herkese öğleye kadar maşrapa ile ayran dağıtırdı. Haza Osmanlı kadınlarıydı işte. Benim ve herkesin favorisi, o turfandan çıkan ak yağ ile kabaca yağlanmış bazlama ekmeği yemekti. Daha neler neler aklıma gelmedi ki bu dalıp gitmişliğimde…
Köyümüzde o fakirlik yokluk yıllarında belki 500 haneli köyde 10 evde ancak bulunan teknoloji harikası süt makinesinden merhum amcamlarda vardı. Yani sürü ile davarı olanlarda olurdu bu makinelerden. Bazen yengeme vardığımda o sütü doldurduğu Alman malı Westafalya marka tasının kenarında 50 k yazan makinenin kolunu çevirip sütü çekmemi isterdi. Ben de zevkle onu çekerdim ve arada bir çın diye zil sesini duymam ayrı bir zevk verirdi bana. O makineler o yıllara göre çok pahalı idi 60 lira hakikaten bulunmaz para idi köyde. Bir tarafından süt akarken bir tarafından da kaymak akması bizim gibi köy çocuklarlını şaşırtır ve imrendirdi. Benim evimde de halen saklamakta olduğum bir süt makinem bir turfanım birkaç tane de su testim ve su içtiğimiz bakırdan maşrapam var. Daha hatırladıklarımı yazacağım size.
Ocak aylarında ekin tarlasında insanın en çok ihtiyaç duyduğu şey sudur. Eee su sıcak olursa insanın yaz hararetini kesmez. Onun için insanların arazide yaptırıp vakf ettiği suyu buz gibi olan Dapındırıklı kuyulardan su çeker, o meşhur suyu süzerek soğutan Çukurçimen testisinden maşrapaya doldurur iştahla içerdik. Şayet maşrapadan içmek harareti kesmez ise testiyi ağzımıza diker, lıkır lıkır içerdik.
Bunları anlatırken bir olay başıma geldi onu da anlatayım da tecrübelerden hisse alalım.
İnsanın yaşamı boyunca edindiği tecrübeler vardır. Bunları da ancak dağlarda ve dağ köylerinde yaşayan halk ve daha çok da Yörük göçerler bilir.
Bir gün arazide ekin biçiyorduk ailecek. Biz evden giderken tabiî ki akşama kadar yiyeceğimiz bir azık katarız heybeye torbaya içerisinde. Zamanın nesi var ise yoğurt soğan patates ve ekmekten oluşur ya da bir tencere koyar, bulgur pilavı malzemesi de alırız, azığa onları dağda pişirip yoğurttan ayran yapar, yanında yeriz.
Bir Yörük nene geldi yanımıza. Yakında çadır kurmuşlar, birkaç gün kalıp göçecekler başka köylere doğru. Elinde bir kap yoğurt var ve bize bir deste ekin karşılığında bu yoğurdu vermek istiyor. Biz ekini ücretsiz vermek istedik “olmaz kabul etmem bu yoğurdu alın ben onun başaklarından buğday tanelerini alıp davardan aldığım ürünün içerisine koyacağım Allah’tan bereket isteyeceğim, siz de afiyetle bu yoğurdu yiyin sıcakta” deyince ben, “Yenge bak bizim azığımız da yoğurt var, ama zaten sıcaktan ekşiyor muhafaza edemiyoruz, ekşiyince de yenmiyor götür bunu” deyince o koca elini öptüğüm tecrübeli Yörük anası başımı bağrına dayadı ve dedi ki, “Ay guzularm sizler daha toysunuz. Bizler bunca saçı değirmen damında mı ağarttık bu işle,r tecrübe ister bunca serin bir dağ ortamında yoğurt ekşitilir mi ama sizin gibi heybeyi dala güneşe asarsan tabi ekşir” dedi. Hanımımı ve beni yanına çağırdı. Bizim oralarda bol olan ve maki bitkisi gibi çok zaman yere kadar yayılan bizim oyum deyiverdiğimiz meşe dallarının altındaki toprağı hafifçe çanakladı ve içerisine bir az su döktü. Yoğurt dolu kabı da onun üzerine bıraktı bak bu burada üç gün dursa ekşimez gara guzum, yoksa biz bu dağlarda bunca peyniri yağı, yoğurdu nasıl hıfzederiz” dedi.
Bizler ona seve seve ekini verdik, getirdiği yoğurdu aldık. O çadırına gitti bizler de bu tecrübe ile evimize geldik. İşte bunların hepsi birer tecrübe oldu, bizler için. Şimdi artık teknoloji gelişti sabah traktöre binen ekine tarlaya gidiyor. Seyyar buzdolabı bile var azıkta. Eskisi gibi atla eşekle katırla saatlerce ekine gitmek, deste çekmek orakla ekin biçmek geçmişte kaldı.
Hey gidi günler…