Bir daha gitmeye yüzümüz olsun...
Seydişehirli olup da pazar günlerini “iple çekmeyen” çok az insan vardır. Böyle dersek çok da abartmış olmayız sanırım. Seydişehir’de Pazar günleri kimine göre piknik günü, kimine göre balık tutma, kimine göre yürüyüş, kimine göre yüksek dağlara tırmanış günüdür.
Şehrin gürültüsünden, stresinden uzaklaşıp, tertemiz nefesler alabilmek maksadıyla değerlendirilen pazar günlerini; şehir halkı diğer günlerden daha ayrıcalıklı bir şeklide değerlendirebilme gayreti içine giriyor. Çünkü değerini kıymetini bilmemiz gereken bir coğrafyada yaşıyor halkımız. Denize bir buçuk saat, Beyşehir Gölü’ne otuz dakika, neredeyse piknik alanlarına beş dakikada ulaşabileceği imkânlar içinde bulunuyor.
İşte bu yüzden, hafta sonu tüm mesire yerleri ile birlikte, dağ taş insan la dolup taşıyor.
Bendeniz de naçizane, pazar günlerimi, Seydişehir’in eşiz güzellikleriyle bezeli alanlarında değerlendirmeye çalışıyorum.
Doğa ile baş başa kaldığımızda, her defasında nerede bir çeşme başı, nerede bir oturma alanı bulsak ve oraya atsak kendimizi, her defasında moralimizin bozulduğuna, can sıkıcı görüntülerin varlığına şahitlik ediyoruz.
Ne demiş atalarımız; “üzüme bak üzüm olsun, yemeye yüzün olsun.” Onların torunları olan bizler nasıl anlamışız bu sözleri? “Bana değmeyen bin yıl yaşasın”, “Her yer herkes bana hizmet etsin, benim anlık zevklerim bana yeter.” Ya da kısaca; “benden sonrası tufan” deyip anı kurtarma moduna girmişiz.
İnsanların en çok kullandıkları mekânlarla en az gidip geldikleri mekânlar kirlenme açısından aynı ama temizlenme açısından farklı.
Şehirde, yine bizlerin kirlettiği, evimizin ortasına atmadığımız ama hepimizin ortak kullandığı salon niteliğinde olan sokaklara attığımız çöplerle kirlettiğimiz ortamları, belediye ekipleri temizliyor ancak doğada ise maalesef böyle bir görevli ekip bulunmuyor.
Şehrin hemen dışına, o dağların en ücra yerlerinden evimizin ve dükkânımızın önüne, denizimizin, gölümüzün, parkımızın, bahçemizin bir köşesine baktığımız zaman bir sorumsuzluğun bir kirliliğin alıp başını gitmiş olduğunu görebiliyoruz.
O güzelim ormanlara, yüksek dağların oksijen deposu olan yerlerine bir daha hiç gitmeyecekmişiz gibi; tüm çöplerimiz, hem de tabiatta yüzyıllar boyu kaybolmayacak; plastik, cam şişe, teneke kutu v.s leri rahatça bırakabiliyoruz.
Doğada yüzyıllarca yok olmayacak olan, üstelik para vererek aldığımız ürünlerin ambalajları bakın nasıl maddeler...
Pil 300 yıl, kağıt 3 ay, Gazete 3–12 ay, Sakız 5 yıl, Plastik tabak 100 yıl, strafor(köpük) 1000 yıl, kaset 100-1000 yıl, aliminyum 10-100 yıl, deterjan 400 yıl, plastik eşyalar ise 5000 yıl yok olmayan malzemelerdir.
Önemli olan, bizlerin kendimizle ve çevre ile ne kadar barışık yaşıyor olduğumuzdur. “Barışık” kelimesini özellikle seçtim. Barışık olan insan ömür boyu yüz yüze bakacağı bir şeyi hiç kirletir mi, ona kötü davranır mı, ona zarar gelmesini ister mi? Maalesef biz kendimizle barışık olamadığımız gibi çevreyle de değiliz. Kendimizle barışık olsaydık acaba insanlık için bu kadar kötü şeyleri bir araya getirir miydik? Elbette bu konu bir başka makalenin konusudur.
İyilik ve çevre bilinci; insanın zihninde başlayan bir olgudur. İnsanın yaşam şekli hayat görüşü inancı, temizlik anlayışı, çevrenin önemi, doğayla geçinebilme şekli, doğanının ne anlama geldiğini bilme ve ondan nasıl istifade edeceğinin şuurunda olma halidir. Tüm bunlar; bu toplumda yavaş yavaş gelişiyor gelişmesine de korkarım biz bilinçleninceye kadar şu anda sahip olduğumuz tüm güzellikleri de kaybedeceğiz.
“Lütfen biraz daha hızlı bilinçlenelim...”
Sözün sonu; Değerli insan M. Ali Köseoğlu’na Yüce Allahtan acil şifalar, en kısa sürede aramıza dönmesi en büyük arzumuzdur.