Bir dava adamı ve fikir adamının arkasından…
Sabaha karşı cep telefonuma bir mesaj düştü…
Huzursuz uykusuzluğumun nedenini mesajla birlikte anladım.
Bir dosttan geliyordu…
“Durmuş Hocaoğlu bu gece vefat etmiş” diyordu mesaj…
Daha birkaç gün önce konuşmuştuk Durmuş Hoca’yla…
Konuşmamızın başında “Hocam rahatsız olduğunuzu duyduk, inşallah iyisinizdir” dediğimde “Yok yok, iyiyim sadece yaşlılık bizi hemen güçten düşürüyor” demişti…
Sesi her zamanki gibiydi aslında…
Öyle bitkin bir hali yoktu…
Sadece biraz sitem vardı, biraz ne olacak bu memleketin hali vardı, biraz bizimkiler oralarda ne yapıyor, neler oluyor merakı vardı...
Bu ülkenin meseleleri üzerine düşünen adamın yorgunluğuydu yani üzerindeki…
Yine konuşmamızın devamında “Sizin gibi büyük insanlara bu milletin çok ihtiyacı var, aman kendinize dikkat edin Hocam” dediğimi hatırlıyorum…
O gün genelde hüzünlü bir konuşma yapmıştık, nedendir bilinmez…
Konumuz aslında çıkaracağımız “Türk milliyetçiliği tartışmaları” üzerine bir editoryal kitaptı…
Hoca’dan da bir makale istemiştik, o da “Yetiştirmeye çalışacağım ama şu günlerde çok yoğunum” demişti…
Hoca hep yoğundu…
Ve bu yüzden de yorgundu…
Hep bu ülke içindi yaptıkları…
Bu ülke için dertlenen, bu ülke için düşünen insanları adına üretiyor, kafa yoruyor ve bu ürettiklerini bizlerle paylaşıyordu…
Sürekli sorguluyordu, “Elbette bir gün bu büyük ve mukaddes vatanın çocukları da eski güzel günleri görecek ve yaşayacak” diyordu…
Türk milliyetçilik fikrinin neredeyse susuzluktan dudaklarının kuruduğu bir dönemde o Türk milliyetçiliği üzerine yazılar kaleme alıyordu, çeşitli platformlarda bu davanın fikri boyutunu tartışıyor, Türk milliyetçilik fikrini canlı tutarken arkasından gelen nesilleri de düşünceleriyle doyuruyordu…
Kullandığı dil, üslup, dünle bugünün, geçmişle geleceğin buluştuğu bir yeri işaret ediyordu bize….
Bu yer, O’nun Türk milliyetçiliği davasından neyi anladığını da bizlere çok açık bir şekilde gösteriyordu…
Onda Osmanlı, Cumhuriyet ayrımı yoktu…
Onda Ortaasya Balkan ayrımı yoktu…
Onda sadece ve sadece bu necip milletin tarihe bıraktığı izlerden yola çıkarak yeni bir medeniyeti kuracağı inancı vardı…
Yeni ve köklü bir medeniyetin inşası için işe koyulmuş, fikirleriyle harç karan bir adamın gözlerindeki ışıltı vardı Onda…
Bu harç tutacaktı, tutmasa da birileri devamını getirecekti…
Onun ortaya koydukları, söyledikleri yaptıkları bize böyle söylüyordu…
O aynı zamanda talebe yetiştiren bir akademisyendi…
Hem fizik hem felsefe dersleri veriyordu İstanbul’da…
Öğrencilerini yetiştirirken de aynı şeyleri söylüyordu: "ben dersimi ciddiye alıyorum, çünkü bu ülkeye borcum, milletime karşı mükellefiyetim, mesleğime saygım, sizlere sevgim var;” diyordu.
Türk milletinin derdiyle dertlenen bir adamın ölüm haberi işte bu yüzden beni derinden sarstı…
Gözlerimden akan yaşlar bu yüzden kalbime nüfuz etti…
Bu yüzden kalbim daha da acıdı…
O sadece büyük bir dava adamı değil, büyük bir düşünür değil çok büyük bir centilmen ve nezaket sahibi bir kişilikti…
O gün konuşmamızda telefon bir ara kapandı…
Tekrar aradım ulaşamadım…
Sonra sabaha karşı baktım “Hoca” arıyor…
Mahcup bir tavırla; “Evladım kusura bakma şarj bitti o yüzden telefon kapandı” diyordu…
Aralık’ta bir konferans için Ankara’ya gelecekti, “Orada görüşürüz inşallah” diyerek telefon konuşmamızı sonlandırmış, biz de onu görmeyi çok istediğimizi, misafir etmekten mutluluk duyacağımızı söylemiştik…
Durmuş hocayla son konuşmamız buydu…
Olmadı, Ankara’da buluşamadık…
Ve şimdi o gözlerini bu dünyaya kapadı…
Onun vefatı Türk milliyetçiliği fikrine gönül vermiş milyonları bir anlamda yetim bıraktı…
Ancak biliyoruz ki, inşallah yetiştirdiği öğrenciler onun amel defterini hiç kapatmayacak, yeni yüzlerce Durmuş Hocaoğulları yetişecektir…
Hocam, mekânın cennet olsun, Allah gani gani rahmet eylesin…