Kasım 1950 başları. Konya bozkırlarında “Koç katımı”, “Cumhuriyet Bayramı” ile birlikte yapıldı; “Cumhuriyet’imizin 27. yılı coşkun törenlerle” kutlandı. Küpler pekmez dolu; tezekler izbelerde; “dal meşe odunlarını” dağlardan gelen dev baltacılar kırıp yığmış. “Ciğe gibi”…
Ama, “Şehir” bir hoş. Tedirgin; sanki bir “âfet” yaklaşıyor, gibi. “Zenzele” öncesinin gönül burkan sessizliği.
“Onuncu ayın on yedisinde”; yâni, 17 Ekim 1950’de “Kore’ye Gönderilen Türk Tugayı, ‘Pusan’da karaya çıktı.
Ama, “Şehir” bir hoş. Tedirgin. “Havada bulut yok bu ne dumandır / Mahlede ölüm yok bu ne figândır” …
1950’DE KONYA... “EFENDİME ARZ EDERİM… Kİ…”
Amansız “Selçukya Bozkırları” ortasında bir “vaha”. Bozkırları Osmanlı ordusu ile sudan, meyveden, yeşillikten mahrum; “imanı gevremiş” bir şekilde geçen sevgili Evliya Çelebi’nin bir avuç Meram yeşilliğini “İrem Bağı” sandığı “şehir” Konya.
“Ekseri” evde içecek suyu yok; kadınlar ikindileri mahalle çeşmelerinde. Elektrik ancak ağaların, beylerin, “zade”lerin evlerinde… Gaz lambasının büyüğüne “beş numara” denir; o da “ağır misafir”gelince yakılır. Radyo, on evden birinde var; yoo, yirmi/otuz evden birinde var. Akşamları çoluğun çocuğun ısrarına dayanamayanlar “yüzünü kızartıp” komşulara “radyo dinlemeye” gider.
Her “hâli vakti yerinde ev”de inek beslenir; sabahları İstanbul Caddesi’nden, “Türbeönü’nden “sığıra salınan inekler” akşamları kendi evlerini kendi bulur; başlarını kapıya vurup “ben geldim” der.
Çileği, muzu başka şehirlerde gören belki var; ama tadan pek az. İstanbul Caddesi’nin bile taş döşeli olduğu bir Konya. Ve; 64 bin 334 nüfus.
Gazeteler bir gün sonra İstanbul’dan trenle gelir; halk, belli saatlerde “Ankara Radyosu”nun Ajansı’nı kaçırmaz. “Ajans” öğlenin, akşamın resmi haber saatidir.
24 Kasım 1950. Kore’de Tuğgeneral Tahsin Yazıcı komutasında 259 subay, 18 askeri memur, 395 astsubay, 414 erbaş ve er. Kore’deki “Türk Tugayı” tam 5090 kişi.
Bir “şehir efsanesi”; “Mevlana Dergahı’nda kanlı kılıçlar…”
“Konyalının kulağı kirişte”. 17 Eylül 1950’de İskenderun’dan hareket eden “Türk Tugayı”, bir ay süren bir deniz yolculuğundan sonra 17 Ekim 1950’de Pusan’dan karaya çıktı.
Mahallelerde parmakla gösterilecek kadar az evde radyo var. “Ajans” okunmaya başlamadan önce “düğün evi gibi” doluyor, radyolu evler. Türk Birliği’nin seferi gün gün izleniyor. “21 Ekim 1950, Türk Tugayı, “Kunuri”de Amerikan ordusunun sağ kanadına yerleşti”…
24 Kasım 1950. Vahşi bir coğrafyada yüz binler savaşıyor. Kuzey Kore’ye, Çinli ordular peş peşe “intihar saldırıları” yapıyor. Amerika’nın patronajındaki Birleşmiş Millet’ler kuvvetleri yanlış üstüne yanlış içinde.
Bütün Türkiye, bütün Konya tek vücut olmuş; yürekler ağızlarda. Halk radyo başlarında yaşıyor. Her an heyecan, korku. “Türk Tugayı Çemberde”.
Ağıt, figân gökleri kaplayan “dua”.
Gece bir mucize. On binlerce “komünist savaşçı”nın sardığı Türk Tugayı çemberi yarıyor. “Müttefikleri çoktan toz olduğu halde”… Dünyanın bir ucunda, Allah’ın belası bir uzak coğrafyada, yetişirken adını bile duymadığı bir devlet uğruna dökülen “Türk kanı”.
Konya çalkalanıyor; sevinçten aklını yitirmiş gibi…
Bizim ev, İstanbul Caddesi Kasap Sinan Sokağı’nda. Fenni Fırın’a iki yüz adım; “Hükümet’in Önü”ne beş dakika bile değil. Sekiz yaşındayım; “Akif Paşa İlkokulu’nda ikinci sınıftayım.
Okulda, sokakta, evde anlatıyorlar:
“Ganavv gız duydun mu? Bizim askerleri gâvurlar çembere aldığında iyice ümitleri kesildiğinde, yeşiller giyinmiş, sarıklı, minare yüksekliğinde adamlar ellerinde kılıçlarla yardıma gelmişler. Askerlerimiz süngü takmış, Allah Allah diye saldırmış, yeşiller giymiş, sarıklı, minare gibi boylu adamlar da habire kılıç çalmış. Birden gâvurlar kaçmaya başlamış. Bizim askerler peşlerine düşmüş, birazını yakalamış. Neye kaçmaya başladınız, diye sormuşlar. Minare gibi adamlardan aklımız çıktı, demişler. Mevlâna Türbesi’nde yatanlara Türk askerinin çembere alındığı malum olmuş; kalkmışlar, uçuşarak Kore’ye harbe gitmişler…”
Okulda, sokakta, evde biri durup biri anlatıyor. Biz, kalbimiz kuş gibi çarparak, gözlerimiz koca koca olarak dinliyoruz:
“Hay gardaşım, duydun mu? Bana da pazarda anlattılar. Bizim askerler Kunuri’de gâvurun çemberine düşünce Mevlâna Türbesi’nde yatanlara malum olmuş; mezarlarından çıkmışlar. Kılıçlarını alıp yürürlerken türbenin bekçisi görmüş; korkudan dili tutulmuş, düşmüş bayılmış…”
TÜRBE’NİN DUVARINDA ASILI, KAN DAMLAYAN KILIÇLAR
“Efendime söyleyeyim. Sabah Türbe’nin müdürü bir bakmış ki bekçi hâlâ baygın, yerde yatıyor. Duvara bakmış; Türbedekilerin duvarda asılı kılıçlarından hâlâ kan damlıyor. Hademeleri çağırmış, bekçinin yüzünü soğuk suyla yıkamışlar, ayılır gibi olmuş. “Ne oldu da bayıldın; bu duvardaki kılıçlardan niye kan damlıyor?” diye sormuşlar. Bekçi anlatmış. Gece birden mezarlarından kalktılar, minare gibi boylu, yeşiller giyinmiş adamlardı. Korkudan bayılakalmışım…”
O zamanın Konya’sı, bu “şayia” ile haftalarca çalkalandı, duymayan kalmadı. Ayıp değil, “can-ü gönülden” inandık.
Ne zaman Dergâh’ın oralardan geçsem, elimde olmadan bu efsaneleri hatırlarım; gülümserim. “Halk muhayyilesi”… “Essahtan” diyorsa, “essahtan”dır.
ŞİMDİ ESAMESİ BİLE OKUNMUYOR AMA… DERS ALINACAK ÇOK YÖNÜ VAR
Kore’ye giden “Birinci Türk Tugayı”nın komutanı Tahsin Yazıcı, “Kore Hatıralarım” adlı, 1963’te yayınlanan, büyük boy, 384 sayfalık kitabının “Giriş”inde şöyle bir başlık atar: 1950/1953 Kore Harbi, Demokrasi-Komünizm Cepheleri arasında bir harp olmuştu…”
Oyun, evet “oyun”. “Bir harp oyunu”… 37 subay, 26 astsubay, 658 erbaş ve er. Toplam 721 şehit. 2 bin 147 yaralı, 346 hasta, 234 esir, 175 kayıp. “1953’te iki taraf arasında “38. paralel” civarında mütareke. Amerika Birleşik Devletleri’nin “gül hatırına”.
Adını bile duymadıkları topraklarda yatan “Türk Kore Şehitleri”nin ruhuna binlerce “Fatiha”.“NATO”ya girmeyi hak etmek için “oralar”da kaldılar.
19 Mart 2012 – Memleket