Bu sezonun en önemli hikâyelerinden biri Konya’da yazıldı. Futbolumuzun önemli figürlerinden Aykut Kocaman öncülüğünde Orta Anadolu’nun Yeşil-Beyazlıları tarihlerindeki en güzel serüvene imza attılar. Peki bu başarı nasıl geldi? Kocaman’la bu mutlu mesut tablonun arkasındaki resmi, bundan sonraki hedefleri ve futbolumuzun hal-i pürmelalinden bazı meseleleri Hürriyet’e anlattı.
Kariyerinizin bu bölümünde yeniden Konya’ya dönüşünüze ne sebep oldu?
Fenerbahçe’den ayrıldıktan sonra bir buçuk yıldır futboldan uzaklaştım. Aslında iyi de geldi, aileme bol bol vakit ayırdım, yapamadığım işleri yaptım. Ama süre uzadıkça ister istemez bir hantallaşma hali başlıyor. Bu, dönüşümdeki ilk sebepti. Öte yandan mali açıdan bir gerekçem yoktu ama ben yaklaşık yedi-sekiz yıldır bir çalışma grubuyla birlikte hareket ediyorum, benim bekle bekleme durumum vardı ama o arkadaşlarımın böyle bir lüksü yoktu. Bir de teklif Torku Konyaspor’dan gelince kolay karar verdim; çünkü başkanı tanıyordum, daha önce burada çalışmıştım, şehri biliyordum. Bütün bu faktörler sonucu yeniden göreve döndüm.
Bu yeniden dönüşte sanırım en büyük değişim stattı.
Yeni bir stat yapılması eskiden beri konuşuluyordu. Böylesi bir hamle elbette etkili bir unsur... Bazen mekânları insanlar doldurur, hayat verir; bazen de mekânlar tersi bir işlevi yaratır. Ama yeniden geldiğimde sadece stat değişikliği değildi gözlemlediğim; Konyaspor camiası da bazı hedefleri ister olmuştu. Kastettiğim ihtiras değil, istek. Yeniden burada döndüğümde belli hedefler için isteklerinin daha güçlü olduğunu fark ettim. Lakin isteklere ulaşma yönünde problemler, sıkıntılar vardı. Benim tecrübelerimle o yerlere, hedeflere birlikte ulaşma adına harekete geçtik. Çünkü ben o istedikleri yerleri görmüş, yaşamıştım. Bir de yeniden döndüğümde şehri fiziksel ve insan sayısı olarak daha büyümüş gördüm, buldum. Böyle bir büyüme karşısında talepler de artıyor doğal olarak...
STAT ÖNEMLİ ETKEN
Ama herhalde en önemli unsur stat olamaz. Örneğin benzer koşullarda Kayseri’de de son derece iyi bir stat projesi vardı ama şehrin takımları istenilen hedeflere ulaşamadı. Kayseri’nin iç dinamiklerini, özel koşullarını bilmiyorum ama buradaki istek, stat fikrini doğurdu, hayata bir an önce geçmesine hız verdi. Bir de benim stat yapıldıktan sonra ortamı değiştirdiğine inandığım şöyle bir tespitim var; hatırlanacağı gibi Beşiktaş geçen sezonki maçlarından birini, Trabzonspor mücadelesini Konya’da oynamıştı. Şehre yabancı iki takımın maçı, şölen şeklindeki görüntüler, başka şehirlerden gelen o kadar taraftar, ambians derken bütün bu yaşananlar, burada güzel şeyler olabileceğine dair bir ilham verdi. Bu kesin doğrudur demiyorum ama benim gözlemim böyle. Ardından iki büyüğün, Galatasaray ve Beşiktaş’ın Torku Konyaspor’la maçları bu atmosferin tekrarlanması açısından önemli aşamalar oldu. Böylece stat şehrin, taraftarın hayatındaki yerini almaya, önemli bir unsura dönüşmeye başladı.
Asıl basınç milli maçta oldu. Olağanüstü bir atmosfer vardı; içeride de dışarıda da. İnsanlar bir maç ortamının ne kadar şenlikli olabileceğini gördüler. Burada öfkeli olma, nefret barındırma halinin de dışarıda kaldığını düşünüyorum. Bizim temel meselelerimizden biri bu değil mi? Sürekli nefret ve öfke... Tamam, kimi anlarda kendi oyuncuna bile öfkelenebilirsin ama bunun belli bir çizgisi var, onu aştığında ne olur, motivasyon tersine işler, sahadakiler için kaçış hali başlar.
OYUN DEĞİŞTİ
Burada araya gireyim hocam, Konya seyircisi çok iyi dediniz ama malum milli maçta bir ‘saygı duruşu’ meselesi var... Ben oradayım, yaşananlar bahsedildiği gibi değildi, saygı duruşu yapılıyordu, o sırada nasıl söyleyeyim, bazı itici, kaba sesler çıktı. Esas ses, bu sesleri susturmaya yönelik tepkiydi. “Ayıp oluyor, ıslıklamayın” tarzı bir tepki. Ama bu durum televizyon ekranlarında farklı algılanmış olabilir tabii. Orada olan biri olarak asıl eğilim susturmaya yönelikti diyebilirim. Ama genel olarak şunu söyleyebilirim, bunlar (saygı duruşu protestosu, milli marşların ıslıklanması vs.) tabii ki olmaması, tasvip edilmemesi gereken şeyler, az ya da çok, fark etmez...
Lig üçüncülüğü Konyaspor’un tarihindeki en büyük başarı, böylesi bir noktaya gelmeyi siz nasıl açıklıyorsunuz?
Bu durum şimdiden bakılarak açıklanacak türden bir durum değil. Geçen sezonu sekizinci sırada bitirmiştik. Beş maçta 10 puan aldık, sonra da beş maçta bir puan... Dört maçta da gol yememiştik. Sonra Galatasaray’a 5-0, Gençlerbirliği’ne kupada 2-0, ligde 5-0 yenildik. Böylesi bir tablo belki lig tarihinde yok, absürd bir durum. Yani bir takımın iki ayrı kimliğiyle karşı karşıyayız. Peki biz hangisiyiz? Sert miyiz kırılgan mı? Üstelik ben buraya Fenerbahçe’yle Avrupa Ligi’nde yarıfinal oynamış kimliğiyle geldim. Tabii beklentiler de bu nokta üzerine kuruluyor. Ama o çizgiye nasıl gelindi, pek düşünülmüyor. Erciyesspor karşısında alınan 3-0’lık mağlubiyetin ardından teknik direktörlük kariyerimin 15. yılında ilk defa oyunu değiştirdim. Bugüne kadar hep hücuma yönelik, topu birinci bölgeden ikinciye, oradan üçüncüye taşıyan, kanatları işlevsel kullanan, hücuma yönelik bir oyun anlayışımız vardı. Oyunu bozan, bekleyen bir takıma dönüştürdüm. Bunun Türkiye’de bir karşılığı olduğunu elbette biliyordum ama uygulamıyordum. Takımı bu yönden inşa ettim. Erciyes maçı sonrası hem oyunu, hem de bir nebze oyuncu grubunu değiştirdik.
KAZANDIKÇA ARZUN ARTAR
Peki başlarda üçüncülüğü düşünüyor muydunuz?
Amacımız 50-55 puanlarda dolaşmaktı.
Bunun sıralamadaki karşılığı ne oluyor?
Altıncılığı kovalayan bir takım. Beşincilikle sekizincilik arasında bir yer. Ama benim amacım takımların kökleşmesi. Kökleşme olmayınca kolay geliyorsun, kolay gidiyorsun. Benim tarifim şudur: 34 maçın 17’sini kazanırsanız kökleşirsiniz, bir-iki galibiyet de sizi biraz daha yukarıya taşır. Biz bu sezon ilk yarı 26 puan kazandık ama beş İstanbul takımına karşı mağlup olduk. Kadro yapıları ve bütçeleri bizden büyük ve geniş takımlar bunlar ama benim derdim mağlubiyetten öte, geriye düştüğümüz maçları çevirmekti. Ayrıca arka arkaya gelen galibiyetler hem özgüveni hem de asıl olarak kazanma arzusunu artırdı. Sporun güzelliği zaten biraz da burada yatıyor; kazandıkça arzun, iştahın artıyor. Bu açıdan mesela Skubic takviyesi çok iyi oldu.
FARK ÖLÇEKTE
Galatasaray’a karşı İstanbul’da aldığımız 0-0’lık beraberlik çok önemliydi, oradan gol yemeden dönmüştük. Biz Galatasaray’ın tekrar ayağa kalkabileceğini ve yarışa devam edeceğini düşünüyorduk ama bazen büyük takımlar hedeften uzaklaştıkça çöküş haline girmeleri hızlanıyor. Başakşehir kadro kalitesiyle üçüncü olur diye de düşünüyorduk ama sonuçta biz bu noktalara geldik.
Peki sizin için kırılma anı ya da anları hangi maçlar oldu?
Dediğim gibi Galatasaray maçı önemliydi ama kupada iki maçta da Beşiktaş’ı yenince hedeflerimiz açısından “Yapabiliriz, başarabiliriz” duygusu daha bir perçinlendi, bütün takım bu hissiyatın içine girdi. Yani kırılma anları için kupadaki iki Beşiktaş maçı diyebilirim. Aslında bir noktadan sonra ben bizde kırılma bekliyordum. Çünkü hayatın her alanında; yazarken, çizerken, oynarken kapasitenin üzerine çıktığında bir noktadan sonra gerçek çizgilerine dönersin. Bundan korkuyordum. Aslında son dört maçın üçünde (kupada iki Fenerbahçe ve ligde bir Antalyaspor maçları) mağlup olarak bize ‘teknik bir alarm’ çaldı ama çok şükür ligi üçüncü bitiriyoruz.
Futbolumuzun iki cephesinde de, ‘Büyükler’ ve ‘Başaltı takımlar’ hem futbolcu hem teknik direktör olarak yer aldınız? ‘Büyük’ten (Tanıl Bora’nın deyimiyle) ‘başaltı’na geçmek nasıl bir psikoloji yaratıyor?
‘Başaltı’nda en önemli sorun adaptasyonda başlıyor. Mesela bunu ben yeniden yaşadım. Fenerbahçe zirveydi; o durumdan o durumları yaşamak isteyen bir takıma geliyorsun. Bireysel sorunlarda hiçbir fark yok, sorunlar aynı sorunlar... Bileşenler de aynı; yönetim, taraftar, basın, hedef koyma ve hedefi yakalama çabası vs. Değişen ne dersen, ölçek. Adaptasyon dediğimiz de bu; çoktan aza geliş. Orada problemler de çok daha büyük ama aşma ve çözme kapasitesi de daha yüksek. Burada problemler ve çapları da düşük, aynı zamanda çözme kapasiteleri daha az. Ama ben bu tür durumları en kolay atlatabilecek insanlardan biriyim, çünkü olaya şöyle bakıyorum: Evet orada böyleydi lakin burası da böyle. Ee, n’apacağız? Ağlamanın, sızlamanın, yakınmanın bir anlamı yok; bu koşullarda çalışmanın, gerektiğinde de problemleri çözmenin yollarını arayacağız.
‘BEŞ-ALTI TAKVİYEYLE...’
Fenerbahçe’yle Avrupa’ya veda ettiğinizde yarı final kapısındaydınız, şimdi tekrar aynı sulara döneceksiniz ve en az altı maç oynama hakkınız var. Bu durum için ne söylersiniz?
Evet, ben oraları gördüm, şimdi farklı bir takımla benzer hedefler için uğraş vereceğiz. Takımıma söyledim; bu Allah’ın bir lütfu, direkt gruplara gidiyoruz. Eleme turu oynamayacağız, bu nedenle zaman ve zihin maliyeti yok, ‘Avrupa Avrupa’ diye geriyoruz ya kendimizi, o da yok. Dolayısıyla duygu maliyeti de yok. Yani hiçbir maliyeti olmayan bir deneyim yaşayacağız. Tabii şimdi ‘Beş-altı takviyeyle bu takım...” tartışmaları başlayacak. Bana kalırsa takviye hamlesinin bir garantisi yok, şu andaki takımla daha iyi sonuçlar alabilir, takviyelerle daha kötü neticelere imza atabiliriz. Ben bunu hem Torku Konyaspor camiasına hem de Türkiye futbol kamuoyuna anlatmaya çalışıyorum ama anlatabilecek miyim, bilemiyorum. Bir de bu işin yani aynı takım üzerinden gitmenin şöyle bir tehlikesi var, ‘Vizyonsuzluk’ suçlamasıyla karşılaşıyorsunuz. Bu da bence en tuhaf ve bilgiden uzak tartışmalardan biri oluyor.
Ama asıl hedefiniz galiba kökleşmek...
Evet, derdim derinleşmek, kökleşmek, kalıcı olmakla ilgili... Camia çok istekli, ki bu istek karşısında şampiyonluk da gelebilir. Gelmez diye bir şey yok; üç-dört yıl içinde planlanabilir bir hedef bu. Ama bu sene üçüncü olduk, seneye on dördüncü olduk, öbür sene orta sıralarda dolaştık; bu kötü. Benim hedefim seneye yine 50 puanın üzerine çıkabilecek, kuvvetli bir takım yaratmak.
Araya gireyim ‘Beşinci büyük’ Bursaspor olmuştu şampiyonluklar itibariyle, yine bir Yeşil-Beyazlı takım altıncı büyük olmak için aday mı diyorsunuz?
Olabilir... Şehir ve camia istiyor bunu, dışarıdan bakanlar, sizler de görüyorsunuzdur bunu ancak oraya gidiş o kadar kolay değil tabii ki. Mesela Bursa da çok istiyordu. Bunca yıldır futbolun içinde olan biri olarak onların isteklerini görebiliyordum ama geçmişi daha köklü bir takım tabii ki Bursaspor...
EN ESTETİK GOLÜM...
Ali Çamdalı, Dimitar Rangelov, Alban Meha, Ali Turan... Kısa görüşlerini aldığımız bu isimler Kocaman’ın öne çıkan özellikleri olarak adaletli tavrına, oyun görüşüne, dinamik bir takım yaratma çabasına vurgu yaptı.
Futbolculuk döneminize gidelim. Kariyerinizdeki en önemli gol sanırım 1995-96 sezonunda Trabzonspor’a attığınız ve Fenerbahçe’ye şampiyonluğu getiren gol. Peki en estetiği hangisiydi?
Sarıyer’e attığım gol. O golün zihnimdeki yeri bambaşkadır. Sanırım kornerden bir top geldi, Sarıyerlilerle birlikte yaklaşık 10 kişilik bir oyuncu grubu topa hamle yaptı, orada yapabileceğim tek bir hareket vardı, tek bir dokunuşla topu herkesin üzerinden aşırıp kaleye yollamak. Bunu gerçekleştirdim, top havada öyle güzel falso aldı ki... O gol benim için bambaşka bir yerdedir.
Peki bir golcü maçtan önce nasıl gol atacağını hayal eder mi? Ya da siz eder miydiniz?
Önde oynayan futbolcular hep hayal eder. Ben mesela Petrol Ofisi’ne attığım golü hayal ederdim hep. Soldan gelen bir topu önce havaya kaldırdım sonra da kalecinin kıpırdamasına fırsat vermeden ağlara yolladım. Benim gollerim hep kalecileri kıpırdatmayan gollerdi.
Oyunculuk kariyerinizin eksik sayfaları neler?
Milli Takım... Kendimi geliştireceğim ve pekiştireceğim dönemlerde çok sakatlıklarım oldu, ayrıca o dönem benim pozisyonumda çok iyi oyuncular da vardı, dolayısıyla Milli Takım formasını fazla giyemedim.
Sizce en büyük golcü kim?
Modern zamanlardan ve kendi izlediğimiz dönemlerden bir isim vermem gerekirse, komple bir oyuncu olarak Hakan Şükür diyebilirim, tek vuruş ustası olarak da Tanju Çolak. Dünyada ise Brezilyalı Ronaldo... Onun yanına Van Basten’i eklemem lazım. Tıpkı Tanju Çolak örneğinde olduğu gibi tek vuruşta da Romario. Şimdiki dönemdekileri saymıyorum tabii, Messi zaten malum, başka bir dünyadan.
SATAŞMALARA CEVABIM YOK
Aziz Yıldırım yakın bir zaman önce bir tartışmanın içine sizi de çekti ve sizinle bir daha çalışmayacağını söyledi. Her zamanki vakurluğunuzla cevap vermediniz? Bence Yıldırım’ın yaptığı vefasızlıktı. Siz bu vefasızlığı nasıl açıklıyorsunuz?
Ben bu konuya girmek istemiyorum. Bunun nedeni ne bir beklentim olduğu için ne de bir çekincem olduğu için değil. Ben bu tür sataşmaların hiçbirimize hiçbir değer katmadığını düşünüyorum. Tartışma olabilir, buna bir şey demiyorum ama iş sataşma boyutuna gelince ben kimseye bir şey kattığı kanısında değilim. Özellikle 45’li yaşlarıma gelince bunun böyle olduğunu gördüm. Beklentim var, çekiniyorum; öyle bir şey yok. Düşüncelerimi, fikirlerimi insanların gözünün içine baka baka da söylerim ama sataşmalara cevabım yok.
Başka takımların başındayken Fenerbahçe’yi yendiğiniz zaman duygusal olarak bir farklılık hissettiğiniz oluyor mu?
Yok, olmuyor.
Şunun için sordum; biz romantiklerin sevdiği Aykut Kocaman’ın böyle bir romantizmi var mı?
Doğrusu bende de duygular aklın önünde gidiyor çoğu zaman. Ama ben çalıştığım camialara aidim. Şu an Torku Konyaspor’un başındayım, onların başarısı için emek sarf ediyorum. Ne Fenerbahçe’yi yenmek için özel bir çaba gösteriyorum ne de tam tersi bir davranış içerisindeyim. Burası profesyonel bir yer; tamam duygularım var ama o duygulardan arınmak üzere yürümeliyiz, mesleğin gereği bu.
‘Aykut Kocaman yıldız sevmez’ diye bir görüş vardır, bu konuda neler söylersiniz?
Ben de yıldız statüsünde bir oyuncuydum; teknik, işin estetik yanını önemseyen... Ama dünyanın kendi hızına paralel dayattığı bir oyun var, bu oyunun da kendine özgü gereklilikleri... Kolektif oyun ön plana çıkıyor, sahanın her yerinde savunma yapmak (otobüs çekme anlamında söylemiyorum bunu tabii ki) gerekiyor. Bir de faydalarına göre konuşmak gerekiyor. Benim elbette yıldızlara karşı bir tavrım yok, aksine son bıraktığım Fenerbahçe takımı yıldız doluydu ama etkili, sorumluluklarının bilincinde, unvanlarının hakkını veren yıldızlarla doluydu. Toparlarsak, oyunun dayattıklarını ben de oyunculardan istiyorum, oyunun içinde kalmak istiyorsan bu iş böyle. Biraz uluslararası bakmak lazım, yarışmak istediğin takımlar gibi olacaksın; hızın, gücün, dayanıklılığın olacak. Yoksa beni tanıyanlar bilir, hiçbir kimseyi harcamak gibi bir yapım yoktur.
PARREİRA’NIN VEDA KONUŞMASI UNUTULMAZDI
En çok etkilendiğiniz teknik direktörün Carlos Alberto Parreira olduğunu biliyorum. Sebebi neydi?
Oyuna bakışını, ilkelerinden taviz vermeyişini çok severdim. Veda konuşmasını hatırladıkça hâlâ tüylerim diken diken oluyor. Bize geldi, takımı bırakacağını söyledi, teşekkür etti, duygusal bir konuşma yaptı. Bütün takım onu ayakta alkışladı. Alkışlayanlardan biri de bendim. Neden bendim diyorum, çünkü o sezon çok az oynadım ama samimiyetine hep inandım. İnançlarının arkasında durmasını bilirdi, oyuncularına davranışıyla örnekti. Bir de antrenörlüğe yanında başladığım Metin Türel’in katkılarını unutamam.
Fenerbahçe sık sık teknik direktör değiştiren bir kulüp. Bu, ileride teknik direktörlük yapacak oyuncular açısından bir avantaj değil mi? Çok sayıda üsluba, ekole sahip hocalarla çalışmış oluyorlar. Mesela Ryan Giggs’i düşünelim, tek bir kişiyle, Alex Ferguson’la çalıştı. Ferguson’un efsane olduğunu bilerek soruyorum bu soruyu tabii...
(Gülüyor) Valla nereden bakacağına bağlı. Aslında nereden bakarsan bak cevapsız bir soru. Elbette değişkenlik işe daha fazla renk, çeşit katabilir ama Giggs örneğini söylediğin için oradan gidiyorum; Ferguson orada niye o kadar uzun süre kaldı, bütün değişkenleri kendi teknik adamlığında topladığı için belki de...