Bu hafta sözü geçtiğimiz hafta bahsettiğim yazıya bırakmak istiyorum: TYB Konya Şubesinde önceki hafta konuşma yapan Romancı Burhan Günel’in eşi Hayrünnisa Günel’in yaptığı konuşma metnine yani. Başlık ve aşağıdaki yazı Hayrünnisa Günel’e ait. Biz yerimiz kısıtlı olduğu için yazının bazı bölümlerini özetlemek zorunda kaldım. Umarım yazar kusura bakmaz. Yazının tam metnine Çalı Dergisinin internet sitesinden ulaşabilirsiniz.
”Günlük yazılacak, radyo oyununun son bölümleri yetiştirilecek,şiir yarışması dosyaları okunacak, Biten öykünün düzeltmeleri yapılacak, romana yeni bölüm yazılacak, söyleşi için hazırlanılacak… Hiç kimse ona “Ne zaman yazıyorsunuz?” diye sormamalı “Ne zaman yazmıyorsunuz?” daha uygun düşer. Aynı evde yaşasak da birlikte olduğumuz zamanlar yazıdan geriye kalanlar… Geceleri yazmayı yeğleyip gündüz saatlerinde uyumaya çalışan eşimin önce yazmak sonra yaşamak olan düzeni bozulduğunda dengeleri de bozulur. Bu nedenle birlikteliğimiz sımsıkı bağlı ama alabildiğine özgür yaşantıların güçlendirdiği özlemekli, tutkulu ama çok zor bir ilişkidir…
O, bu dünyada yaşamayan bir dünyalı.Yaşamı iki perdelik sürekli bir yolculuk. Birinci perde içine kapandığı, yaratma ve yazma süreçlerinin tamamında etkin içsel yolculuklarından oluşuyor. Yaşamdan uzaklaşarak imgelemindeki yaşamı var ettiği “değiştirme-dönüştürme-arındırma” zamanlarının sonsuz yolcusu, kaptanı olan Burhan Günel. İkinci perde yaratılarını toplumla paylaştığı, somut yolculukları; zorunlu ya da geçici yer değiştirmeleri, yazın yolculuklarından oluşuyor.
Birbirinin ardılı her iki zaman diliminde de yazarın gittiği yer aynı. Kendisi ve başkaları. Eriştiği uzaklık insan. Yazarın “ yaratmak ve yazmak “serüveninin temelini oluşturan” insana, dolayısıyla kendisine ulaşma çabası aynı zamanda yazarı da insanlığın yücelerine taşıyan, sıra dışı, birikimli, farklı kılan eylem. Yazmayı çıkardığınızda yazarın yaşamı nedir ki? Anlamsız, boş zamanlar toplamı, angarya. Oysa yazma tutkusu taşımayanlara göre yazar yarım, eksik yaşıyordur hayatı, daha da ilerisi kağıt üzerindeki yaşamdır onlara göre yazmak eylemi; kuru, sıkıcı, eğlencesiz. Oysa yazın adamı iki kez yaşar hayatı. Gerçek yaşamı ve imgelemindeki yaşamı. Onun için renkli olanı, öncelikli olanı yazdığı yaşamdır. Sonsuz yaşantıları barındıran, bin bir kimlikli, gerçek yaşamın izlerini süren, kimi zaman kalabalık kimi zaman yapayalnız ama hep değişen, dönüşen bir canlıdır imgelem. Düşleri, umutları olmadığında kurur, solar yazar. Yazmak yaşamaktır bu bağlamda. Ve denge… Kendini yazıya adamış bir yazarın eşi olarak… onun yaratma süreçlerinde çektiği sancıları anlıyor, o denli olmasa da ben de acı çekiyorum…. İçinde yaşadığım toplumun bireyi, bütünün parçası olarak mutsuzlukları görmezden gelmem, aldırmazlık ve duyarsızlıkla hayatı bir film izler gibi yaşamam insanlığımı tartışılır kılardı. Daha çok gören, gözleyen, duyumsayan, düşünen ve acı çeken bir yazarın eşiyseniz bu sorumluluğunuz ikiye katlanıyor. Yazar ağır bir dünyanın yükünü hepimiz gibi hepsini kullanamadığı beyninde taşıyan, zor hayatlar saklayan acıyı umuda dönüştürmeye çalışan bir işçidir aslında. O, gerçeğin izdüşümlerini yaratır, çok boyutlu bakmaya çabalarken bütün boyutların bedelini ödeyerek yazar yazar. Gerçekler çirkinse öfkeyi, tepkiyi, başkaldırıyı yaşamadan yansıtamaz., üstelik çirkin için umut yaratmalıdır aynı zamanda. Gerçekler, iyiyse, güzelse karşıtlarını gösterebilmelidir ki sorumluluğunu yerine getirsin. Böylece yorgun beyniyle dünyayla uyumsuzluğunun, muhalif oluşunun, karşı duruşunun boyutlarını her gün daha da genişleterek acıların doruğunda kendini tüketir yazar… Sonlandırılmış her yapıt bir moladır onun için. Bütün yorgunluğunu unutarak yeniden yaratmaya koyulur. Bu bir tutkudur.Bu tutku olmadığında yazmak işkencedir. Bir ömür böyle sürer gider… İlk günlerde yanılgılara düştüm, roman kişilerini kıskandım, içimi acabalarla doldurdum, ondan kuşku duydum. Sonra anladım ki yazar dünyadan aldıklarını bize verirken insana, olgu ve olaylara bilinçli ya da bilinçaltı bir büyüteçle yeniden bakıyor, ardından bir dürbünle uzaklaşıyor ve kendi cehennemine tutsak yazma odasına kapanarak, dünyayı unutarak yeni bir dünya yaratıyor. Yaşamdaki “şimdi”yi yazıda dün ve yarınla harmanlayarak belleğini yitiriyor. Yaşam duruyor orada öylece yalnızca yaratmak ve yazmak kalıyor. Birlikte yaşadığım adam çekildi kabuğuna. Silindi yeryüzünden. Çalkantıları, huzursuzlukları başladı yine. Yazarak kurtulmak istiyordu hem kendini hem dünyayı taşımaktan, eli tutuştu yazma isteğiyle. Artık alışmıştım onun bu durumuna kabullenmiştim. Ama bu kez farklıydı. Yazarak da kurtulamadı ateş çemberinden. Gecelerce uyumadan yüzü bembeyaz, boşluğa asılı bir ampul gibi sallandı, silindi zamandan. Niçinini bilmeden saatlerce donmuş oturdu yazı masasında gece yarıları. Acılı, mutsuz, dipsiz bir karanlıkta yitti gitti sevdiğim adam…
Yazmaya tutkundur, yaşamaktan hoşlanmaz pek. Yazarken yaşadığını duyumsar ancak. Çoğu kez korkuya kapılır. Ya yazma tutkumu yitirirsem, nasıl yaşarım? Issız, sessiz gece yarıları, el ayak çekilince, herkes uykudayken çalışmaya başlar. Gündüz çalışması gerekiyorsa bir yokadamdır o; yemez içmez, görmez duymaz… Televizyon izliyor sandığım çoğu zaman başka bir şey düşünüyor olur, bakar görmez. Aklı bir roman çatısı, öykü tümcesi, şiir dizesi ya da oyunundadır. Kahvaltıdaki dalgın adam hoşnut olmadığı bir karakterle boğuşuyordur diye susarım çoğu kez yine de çok konuşuyor olurum. Çok uzun zaman susmuşsa, pencereden küçücük görünen kenti izliyorsa yeni bir yaratı hazırlığındadır. Yazma aşamasına geçtiğinde kaybolduğu yer bilgisayar odasıdır. Huzursuz, kaygılı bir boyuta geçer, yoğunlaşır iyice. Kendini dış dünyaya ve bana kapatır…..
Bir yazar eşi olarak yalnızca duyumsadıklarımı ve gözlemlediklerimi içtenlikle söylemeye çalıştığım bugün, “yazmak, yaşamaktan vazgeçmektir” diyebilirim.”