Mescid kelimesi, alnı yere koymak, tevazu göstermek, eğilmek ve dimdik durmak gibi manalara gelen sücud kökünden türetilmiş olup, “secde edilen yer” anlamındadır. Mescid kelimesi, İslâmiyetten evvel de diğer dinlerde kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerim “ashâb-ı kehf”ten bahsederken “mescid” kurma ifadesi kullanılır. (Bkz.Kehf 18/21). Demek ki İslam öncesi dönemde de “mescid” kelimesini ibadetgâh olarak adlandırma vardı. İslam dininde de namaz kılınan mabetlere ‘mescid’ denmiştir. Bilindiği üzere, secde, kulun Rabbine en yakın olduğu zaman dilimidir. Mescidler de, kulu, Rabbine yaklaştıran yerlerin başında gelir.
İslam tarihinde bireysel manada ibadet etmek için özel mescid açma girişimi Kâbe’de ibadet etme hürriyetinin engellenmesiyle başlar. Tarihçi Muhammed Hamidullah hocanın verdiği bilgilere göre, İslam’da ilk mescidin Ammar b. Yasir (r.a) tarafından açıldığı söylenir. Ammar, müşriklerin yaptığı ağır işkencelere dayanamayarak, onların istediği Lât ve Uzza putları lehine, Hz. Peygamber (a.s)’ın aleyhine sözleri söyler. İşkenceden kurtulunca soluğu Hz. Peygamberin huzurunda alan Ammar b. Yasir, “perişan oldum Ya Resulullah” der ve başından geçen olayı Resul-i Ekrem (a.s)’a bir bir anlatır. Bunun üzerine Allah’ın Resulü (a.s): “Kalbini nasıl buluyorsun Ey Ammar” diye sorar. O da: “İmanla dopdolu buluyorum Ey Allah’ın Elçisi” deyince, Resulullah Efendimiz şöyle buyurur: “Eğer bir daha seni yakalarlarsa aynı şekilde davran!.” İşte bu olay üzerine Nahl Suresi’nin 106. âyeti nazil olmuştur. “Gönlü imanla dopdolu olduğu halde, zor altında kalan kimse müstesna, inandıktan sonra Allah’ı inkar edip, gönlünü kafirliğe açanlara Allah katından bir gazap vardır, büyük azap da onlar içindir.” Görüldüğü gibi Kâbe’de ibadet yapma hürriyeti engellenen Ammar b. Yasir, ibadet yapmak maksadıyla ilk defa evinde bir mescid bina eder.
İkinci mescid de yine hicretten önce Hz. Ebu Bekr (r.a)’ın kendi evinde inşâ ettirdiği mescittir. Her ne kadar Hz. Ebu Bekir Mekke’de bulunan Teym kabilesinden ise de, bi’setin 5. senesinde bazı Müslümanlar müşriklerin işkencelerinden kurtulmak için Habeşistan’a hicret ettiklerinde, Hz. Ebu Bekir de bunlar arasında idi. O günlerde Mekke’de, herhangi bir şahıs memleketini terkettiği zaman, bu onun milliyetini terkettiği anlamına geliyordu. Bunun için Hz. Ebu Bekir Mekke’li sayılmıyordu. Bu sebeple o, Mekke’ye bir şahıs olarak değil, İbn Duğunna adında birisinin himayesiyle dönmüştü. Böylece onun can güvenliği korunmuş oluyordu. Ama ne var ki o, açıkça İslâmiyeti izhar etmeyecek ve ibadetini gizli yapacaktı. İşte Hz. Ebu Bekr’i evinin avlusunda bir mescid yapmaya sevkeden sebep de bu idi.
Hz. Ebu Bekir’in çok tatlı bir sesi vardı. O namazı yüksek sesle kıldığında veya evinin avlusunda olan mescitte Kur’an-ı Kerim’i yüksek sesle okuduğu zaman, Mekke’liler onu dinlemeye gidiyorlardı. Gün geçtikçe, onu dinlemeye gelenlerin sayısında meydana gelen artış sebebiyle, onun yüksek sesle namaz kılması ve Kur’an okuması yasaklanmak istendi. İbn Duğunna bu yönde bir kararı Hz. Ebu Bekir’e iletince o: “Benim senin himayene ihtiyacım yok, Allah bana yeter” dedi. Mekke’de bulunan diğer Müslümanlar da şehrin dışında mağaralarda veya kimsenin görmediği yerlerde namaz kılıyorlardı.
Bu her iki olaydan çıkarılacak birçok dersler vardır.
Camiler ve Din Görevlileri Haftası hayırlı olsun!..