Bizim ekmek yediğimiz sektör, yani basın-yayın, reklam…
Dışarıdan pek çok kişiye cazip gelir…
Çok kolay para kazandığımız kanısı vardır. Yazıp çiziyon; gelsin reklamlar…
Parayı kolay kazanmamız bir yana bir de herkese istediğimiz herşeyi yaptırdığımız sanılır. Hatta trafik cezası ödemediğimizi sananlar bile vardır…
Gazetelerde resimlerimiz çıkar, televizyonlarda ahkam keseriz, radyolarda bizden bahsedilir…
Bunlar doğrudur…
Her istediği yapılan, trafiğe selam vererek gaza basıp giden, o ülke senin bu şehir benim cinsinden beleş gezen ve paraya ‘para’ demeyen gazeteciler de gazete patronları da vardır, ama…
İstanbul’dadır bu saydıklarım…
Taşrada olay tamamen farklıdır. Taşrada gazete patronu olmak da gazeteci olmak da zor ve meşakkatlidir…
Patron olanlarımızın objektife bakarken gülümseyen yüzlerinin ardında ‘ay sonu yaklaşıyor, SSK’lar nasıl yatacak, matbaacının parası nasıl verilecek, kağıtçı para bekler, elemanların maaşları verilebilecek mi, taksitlere para kalacak mı?’ türü sorular vardır…
Maaşlı fikir işçisi, yani gazeteci olarak çalışıyorsanız yetersiz maaşlarınızla nereye kadar katlanacağınızı hesaplar, ilk fırsatta bambaşka paralı işlere geçmenin hayalini kurarsınız…
Herkes size bakar, imrenirken siz de başkalarına bakar iç geçirirsiniz…
Dışı sizi, içi bizi yakar yani…
…
İmaj böyle olunca heveslisi de çok olur doğal olarak bizim mesleğin…
Bu yüzden adam gibi mesleğini icra edenlerin moralini bozan gelişmeler de sık sık yaşanır...
Bir iki sayı dergi çıkarıp matbaacının bile parasını vermeden kaçanlardan tutun da…
İki ay günlük gazete yayınlayıp elemanlara maaş vermeden tüyen…
Parasını peşin alıp reklamı yayınlamayan primcilere kadar…
Yıllarını hatta ömrünü gazeteciliğe veren, ekmeğini her türlü zorluğa rağmen buradan kazanan düzgün gazete patronları da gazete çalışanları da rahatsızdır, hiç anlamadığı halde bu piyasaya girip ortalığı karıştıranlardan…
Çünkü taşrada gazetecilik gönül işidir. Dünden bugüne değil, uzun solukludur…
Çok kazandırmaz, ama hakkını veren gemisini yürütür…
Zaten her işte öyle değil midir? Doğru-dürüst hakkını verdiğin işin bereketi yeter sana…
…
Bizim mesleğin cazibesine kapılan üç-dört kişi bir araya gelip bir dergi kurmuşlar. Nasıl ekmek yeriz buradan diye düşünürken birinin aklına yılın en’lerini seçmek gelmiş; hem adımızı duyururuz hem de seçtiğimiz yerlerden bişeyler alırız babından…
Yılın en’lerini seçmek önemli ve güzel bir şeydir. Seçilenleri sevindirir, motive eder…
Ama seçilen kadar seçen de önemlidir. Örneğin Zaman gazetesi yılın sporcusu, spor adamı, kulübü gibi kategorilerde okurlarının oylarıyla bir anket açar ve neticede en çok oyu alanlara büyük bir törenle plaket verir. Kimse Zaman’a nasıl böyle bir organizasyon yapabilirsin veya yaptığınız anket inandırıcı değil demez. Diyemez, çünkü inandırıcıdır…
Sen burada üç sayı dergi çıkartıp kendini böyle bir yarışmayı düzenlemeye yetkin görürsen inandırıcı olamazsın. Kimse inanmaz, çünkü…
Bu yarışmayı daha ilk duyduğumda biliyordum yılın işadamının Recep Konuk, belediye başkanının Tahir Akyürek, vekilinin de Atilla Kart olacağını…
Sonra sırasıyla iyi reklam alınabilecek markalar itina ile seçilmişler; işte Atiker, Torku, Enka, Farabi Hastanesi gibi…
Yılın Televizyonu, radyosu, gazetesi, dershanesi, derneği de cabası…
Tam tamına ilk günden belirlediğim sıra ile güya anket sonuçlarını açıkladılar…
Onlar açıkladılar neyse de; filan derginin yılın en’i seçtiği kimi firmalar kalkıp koca koca reklamlarla bunu duyurmazlar mı?
Dergici arkadaşları ticari faaliyetlerinden ötürü kutlayabiliriz, hatta kutlamalıyız da…
Ama daha çıkardıkları derginin gelecek sene hayatta olacağına dair kuşkular varsa…
Bir vakitler önüne gelene plaket veren bir ‘gazeteci’ daha vardı…
Şimdilerde nerelerde ne iş yapar, bilmiyorum…
Mevzu anlaşılmıştır umarım...
Herkesin çarşısına Pazar…