Gazeteci ağabeyimiz Mustafa Balkan’la sinemanın önünde karşılaşıp anlaşmıştık.
O beğenirse tavsiye edecekti...
“Çok saçma bir şey olmuş, izlemene gerek yok” dedi.
Yine de üzerinde küçük kıyametler koparılan bu filmi izlemekten kendimi alamadım.
***
‘Nuh: Büyük Tufan / Noah’tan bahsediyorum...
Darren Aronofsky imzalı ‘Nuh’u izlemek istememdeki en büyük etken, ‘hikâye’ye bakış açısını merak etmem kadar başrolünde Russel Crowe’un bulunmasıydı...
Peşin peşin söyleyelim. Film esin kaynaklarını Tevrat ve Zebur’dan alıyor. Kur’an’dan değil...
Film bittikten sonra bir kızın erkek arkadaşına “Mükemmeldi, bizim dinen bildiklerimize de benzeyen yanları vardı” cümlesini duyunca, “benim gördüklerimle onların gördükleri arasında fark olabilir mi” diye endişe etmedim.
Şüphesiz gördüklerimiz aynıydı fakat bildiklerimiz farklı.
Filmdeki Nuh’la, bizim bildiğimiz Nuh Peygamber arasında isim benzerliği, gemi yapımı ve tufan olayı dışında dikkat çekici hiçbir benzerlik yok.
***
Aslında Darren Aronofsky’den Kur’an merkezli bir Nuh filmi yapmasını beklemek de doğru değil.
Böyle bir beklentiyle filmi eleştirmek de sağlıklı olmayabilir.
Çünkü Aronofsky bir Yahudi.
Kitab-ı Mukaddes’in Eski Ahit bölümünden faydalanmış. Hz. İsa’dan önce yaşamış peygamberlerin kıssalarının anlatıldığı, Tevrat ve Zebur’u kapsayan bölümü filmi için esas almış.
***
Dini kaynakların dışında, herhangi bir mitolojik kahraman olarak Nuh filmine baktığımızda kısaca hikaye şu: Tanrı insanların dünyayı kirletmelerinden rahatsız olmuştur ve insanlığı yok etmek için bir tufan göndermiştir.
Aronofsky filmi aracılığıyla şöyle demeye çalışıyor: Dünyayı berbat etmeye devam edersek Tanrı’yı kızdırırız ve o da bizi yeryüzünden silmek için tufan gibi bir felaket gönderir.
***
Filme sadece tufan ve bunun etrafındaki –eksik- trajediyi değil, bir de aile trajedisi eklemeyi başarmış(!) Aronofsky.
Nuh’un oğlunun ikiz çocukları ve bu çocukları Tanrı’nın gazabından üstelik Nuh’a karşı koruma çabası insana ‘pes’ dedirtiyor.
Film tek kelimeyle büyük bir hayal kırıklığı...
***
Hafta sonunda TYB Konya Şubesi’nin davetlisi olarak ‘Din ve Sinema’ başlıklı konuşma yapan Cihan Aktaş Hanım’ın kulakları çınlasın.
O, “Sinema o kadar etkileyici bir biçimde hayatımızın içinde ki, oluşan sektörün akıntısına kapılacağımız yerde nasıl kendimize özgü bir dille çalışmalar gerçekleştirebileceğimize kafa yormalıyız” derken, bunu anlatmaya çalışıyordu işte...
Aronofsky’nin hikâyesine hiddetlenmek yerine, kendi hikâyelerimizi insanlara başarıyla sunabileceğimiz bir sinema sektörü için kolları sıvamalıyız.
***
İranlı Yönetmen Mecid Mecidi’nin “Peygamberlik devam etseydi, peygamberler tebliği sinema ile yaparlardı” sözlerini çok iddialı bulabilirsiniz.
Fakat işte Aronofsky, kendi kaynaklarından beslenerek hiç değilse bazılarımızı etkileyebiliyor. Bildiklerimizi -sağlama yapmazsak- tahrif edebiliyor.
Daha insani bir sinema için hayıflanmak anlamsız.
Çünkü Cihan Aktaş’ın da işaret ettiği gibi kameranın ahlakını korumak lazım.
Dünya’ya Nuh Tufanı’nın doğrusunu anlatmanın yolu da yine sinemadan geçiyor...
Ayet şöyle: Andolsun, biz, Nûh’u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli yıl onların arasında kaldı. Neticede onlar zulümlerini sürdürürlerken tûfan kendilerini yakalayıverdi. (Ankebut-14)