Yaklaşık iki aydır Konya’nın tarihi mekanlarını geziyorum. Camiler, külleyeler, medreseler, müzeler, Daru’ül Huffazlar, çeşmeler…
Hepsi birbirinden kıymetli, hepsi birbirinden şahane eserler. Bu eserlerin yüzde 80’ine yakını da Anadolu Selçuklularından kalma eserler. Gerçek bir devlet kimliğine sahip olan Selçuklular, devletin ne demek olduğunu bu eserlerle biz torunlarına ulaştırmışlar. Yapıtlarda karşılaştığım en güzel ruh ise devletin gücünün sanatla birlikte en güzel şekilde yansıtılması. Eserlerde büyüklük olarak da abartılara kaçınılmamış. Küçük bir türbede dahi eşsiz taş işlemeciliği veya çinicilik sanatıyla şereflendirilmiş. Bu tarihi eserlerle ilgili anlatacaklarım sayfalara sığmaz. Zaten bu eserlerde günümüze kadar gelmiş, camilerin hepsi de günümüzde ibadete açık olarak kullanılıyor.
Atalarımız bize bu eserleri bırakmışlar, “bizim kim olduğumuzu bilsinler, bizden sonra gelenler yine biz gibi torunlarına güzel eserler bıraksınlar” demişler. Gördüğüm durumlar karşısında bazen onlar gibi düşünmemiş, sadece bırakılan büyük eserlere sahip çıkmışız gibi geliyor bana.
Bu teoriye nerden ulaştım anlatayım size; bundan yaklaşık 5 ay önce küçük ama çok değerli bir tarihi yapının haberini yaptım. Bu tarihi yapıyla ilgili yaptığım haberin içeriğinde de bu eserin bakımsız kaldığından söz ettim. 5 ay önceki bu haberde de bu yapının kapısı kilitli olduğu için içine giremedim ve dış görünüşünden dolayı bunları yazdım. Geçtiğimiz günlerde açık olduğu bir saati denk getirerek içine girme fırsatı buldum. Karşılaştığım manzara beni hem çok heyecanlandırdı hem de çok sinirlendirdi. Heyecanlanmamın sebebi mihraptaki muhteşem çiniler ve işlemedeki sanatın harika olmasından kaynaklandı. Sinirlenmemin nedeni ise o çiniler, o güzelim sanatın sahipsiz kalmış olduğunun hissiyatı oluşması.
Küçücük bir yapıda, Selçuklu atalarımızın dine ve inanca gösterilen değerin ne kadar büyük olduğunu anlatıyor. Fakat şimdilerde öyle mi? Sadece bize kalan büyük eserlere önem vermişiz, mahalle aralarında, gözümüzün önünde olmayan eserlerden bihaber olmuşuz. Karşılaştığım bu manzara sadece o küçük yapıda değildi. Birkaç örnek daha vermek istiyorum. Konya’nın çok önemli bir tarihi eseri olan ‘Sırçalı Medrese’ye bakın! Buradaki çiniler halen dökülmeye devam ediyor. Tam anlamıyla nemden ve güneş ışıklarından korunuyor diyemeyiz. Bunun yanında İplikçi Camii’nin mihrabı.. Bu mihrap gördüğünüz mihrap değil. Orijinal mihrap yeni yapılan mihrabın arkasında gizli kalmış. Bazı camilerin restoresini yaparken de kendi orijinalliğini gizlemişiz üzerine yeni ve öyle sadeden bir maskeyle eskisinin yüzünü kapatıvermişiz. Keşke dedelerimiz gibi felsefi düşüncemiz geniş olsaydı da bu yapıların restoresini yaparken güzelliğin ne demek olduğunun farkında olsaydık. Amma ne yazık ki onlar gibi engin düşünceli değiliz. Biz onları sadece yaptığı eserleler anıyoruz. ‘Ne güzel yapılar, sanatlar yapmışlar” diyoruz. Onların yaptıklarının üzerine yeni eserler katamıyoruz. Katmadığımız gibi de atalarımızın yaptıklarını gizliyoruz.
Son bir acı hatırayı da hatırlatmak istiyorum. Hani ‘Bey Hekim’ mescidimiz var. Bu mescidin mihrabı Selçuklu çini sanatının eşsiz güzelliğiyle yapılmış. Yani yukarıda bahsettiğim gizlenmiş çinilerimiz ve yapıldığı günden bu yana bakımsız olan çinilerimizin aynısıydı. Bu muhteşem çinili mihrap, birinci dünya savaşı yıllarında Almanlar tarafından komple sökülerek, Almanya’ya kaçırılmış. Şu an Almanya’daki Pergamon Müzesi’nde sergileniyor. Bunu kaçıran adamlar, bu mihrabı kaçırırken, bana göre, “Yahu, bu Türklerde bu eserlerden çok var. Bir tanede bizde olsun” demişlerdir. Yoksa napacak Elin Almanı bizim mihrabı…
Şimdi asıl söylemek istediğim, Hasbey Dar-ül Huffazı, Sırçalı medrese, İplikçi Camii’nin orijinal çinileri ve bunun gibi daha bir çok eser ‘Bey Hekim mescidinin çinilerinden.
İsteyen bir baksın, bu eserler hak ettiği değeri bulmuş mu bulmamış mı?