'Türkiye İnkılap Tarihi yeniden yazılmalı' diyen, orduya, devlete, Yüce Manitu'ya, oradan dine, gayet çatallısından dil uzatan bir adam... Küfürnameleri yese de, dediğine göre bu onun için bir mücadele, tarihi bir misyon. Taraf'taki 'Kelimebaz'a bir süre önce son veren Sevan Nişanyan Radikal Cumartesi'den Pınar Övünç'e konuştu: Bu ülkede iki tane organize din var; biri devletin resmi dini olan Kemalizm. İnsanların hayatlarının temel dayanağı, tabusu olmuş bir korku dini... Bir de kökleri çok daha eskiye dayanan, büyük ölçüde Kemalizm’e tepki olarak son 20-30 yılda bir Rönesans, uyanış yaşayan İslam..
“Küçük oteller, geziler meziler zamanında nasıl herkes için sevimli bir adamdım. Sonra işler değişti” diyor. İşleri değiştiren ne? Sevan Nişanyan’ın kendisine milat bellediği hadise Hrant Dink cinayeti. O gün, yazıp da köşede tuttuğu ‘Yanlış Cumhuriyet’ kitabını yayımlamaya karar veriyor. Artık Türkiye’nin kuruluş tarihinin yeniden yazılmasının icap ettiğini söyleyen bir adam var karşımızda. Basbayağı “Yanlış” diyor. Ermeni olduğu böyle akıllara geliyor, senelerin etimolojik çalışması, sözlükleri, göze başka türlü batıyor.
KAŞINDIRICI YAZILARI GELİYOR SONRA..
Kendi kendine bir ‘mücadele’ kararı almış; kaşındırıcı yazıları geliyor sonra. “Türkiye’ye ordu lazım mı?” diye soruyor, Gençliğe Hitabe’yi tekrar yazıyor. “Orduya, devlete, Yüce Manitu’ya” ses etmek yetmeyince bir de dine çengel atıyor. Dil çatallı; üslup kanırtıcı provokatif. Kendisine gelen ‘küfürnameleri’ yayımladığı için biliyoruz; oturduğu yerden tumturaklı sallayanı da boldur. Bir de bunların üzerine eski eşiyle aralarında geçen, ‘bok atmalı’ atışmayı ekleyin...
Sevan Nişanyan, bir süredir Taraf gazetesinde sürdürdüğü ‘Kelimebaz’ köşesine son verdi, ardından imaları parça tesirli bir yazıyı blog’unda yayımladı. Değişik bir figür karşımızdaki, anlamak için çok soru sormak, bir de onu provoke etmek lazım...
Taraf’ta yazmamaya karar verdikten sonra derdinizi anlatan bir yazı kaleme aldınız. Kendinizi orada eğreti hissettiğinizden, kerhen yazmanıza izin veriliyormuş hissine kapıldığınızdan söz ettiniz. Yazmanızı sağlayan hangi özelliğinizdi, yazmamanızı istemelerine neden olan hangi özelliğiniz?
Başından beri tartışmalı bir isim oldum onlar için. Şahsi ahvalimle de, sözümü sakınmamamla da ilgili sanırım.
En fazla yaygara koparan yazılarınızdan biri ‘Sansür’ başlıklı olanıydı. Dindar kesimi rahatsız edecek bir dil vardı orada. Siz hiç sansürlendiniz mi?
(Uzun düşünüyor) Bu minvalde çok gitmesek...
Bilhassa Taraf’a laf sokmak için sormuyorum bunları. Söyleşiye başlamadan ‘Toleransın sınırları’ başlıklı bir konferansta yaptığınız konuşmadan söz ediyorduk. Toleransın sınırlarını anlama çabası diyelim...
Açıkçası orada ısrarlı ve sürekli bir saygısızlık durumuyla karşılaştım. Bu en dar anlamıyla politik bir gerekçeden mi kaynaklanıyordu, yoksa bir kişilik çatışması mıydı çözemedim. Ama bir nokta geldi, artık Ahmet Altan’a tahammül edemeyeceğim kanaatine vardım. Bir de her şeye rağmen parasız yazdırılması ve en ufak bir teşekkür bile edilmemesi rahatsız edici hale geldi.
Taraf, mali sıkıntıları hep olan, bırakın köşe yazarlarını kadrolusunun maaşını düzenli ödeyemeyen bir gazete. Daha çok bir gönül bağıyla yazanların destek olduğunu başından beri biliyordunuz. Para alsaydınız tahammül edebilecek miydiniz?
Güzel bir soru... Tabii ki biliyorum, ama yok, tatsız bir noktaya gelmişti. Sonuçta 14 ay yazdığım bu yerle bir gönül bağım olduğu açık, hâlâ da devam ediyor. Taraf bir devrim yapıyor Türkiye’de, bu konuda kuşkum yok. Ama bunun orada çalışanların emeği sömürülerek yapılması doğru değil. ‘Hakkını helal et’ diye bir müessese vardır; bu bile işletilmediğinde, iş sömürüye giriyor.
Sizce ‘Sansür’ yazınızın aldığı tepkilerden rahatsız olan Taraf ekibi, doğrudan dindar okuyucularından mı çekindi, yoksa ‘Kimsenin inancı aşağılanamaz’ diyen, demokrat diye özetleyebileceğimiz bir okur kitlesinden mi?
Bir kere ‘Kimsenin inancı aşağılanamaz’ diye bir ilke olamaz. Türkiye’de bir kesimin dini Kemalizm’dir, bu gazetede Kemalizm pekâla aşağılanabiliyor. Kemal dinine istediğin gibi dokunurken Mustafa dinine dokunamaman ikiyüzlülük örneğidir. Şu da var, olay soyut ilkeler düzeyinde gerçekleşmedi. Siyasi durumlar vardır, okur kitlen vardır ve kitleni karşına almak istemezsin. Taraf’ın okurlarının önemli bir kısmı dindar; bunun önemli kısmı da taşrada. Ve bu kitle dinin sorgulanmasına hiç alışık değil, şoke oluyorlar.
Bu sizin de okur kitlenizdi...
Evet, rahatsız olarak da olsa okuyorlardı beni. Günde 100’den fazla mail geldiği oluyor. Büyük kısmından “Sana çok kızıyorum. Üç gün gazete almadım. Ama helal olsun, iyi ki yazıyorsun yine de” türünden mailler aldım. O kesimin aklı başında insanları özellikle o yazıdan sonra benle yakın bir diyaloğa girme ihtiyacı hissetti. Anlamak, anlatmak istediler, bu da bana enteresan geliyor. Bir yaralarına dokunmuşum sanki...
TÜRKİYE'DE İKİ DÜN VAR
Dinin dışında da, başka türlü ne ‘kutsal’ varsa pek hazzetmiyorsunuz. Türkiye’de en çok hangi ‘kutsal’a dokununca ses çıkıyor?
Kutsal ne, ben bilmiyorum. Bu ülkede iki tane organize din var; biri devletin resmi dini olan Kemalizm. İnsanların hayatlarının temel dayanağı, tabusu olmuş bir korku dini... Bir de kökleri çok daha eskiye dayanan, büyük ölçüde Kemalizm’e tepki olarak son 20-30 yılda bir Rönesans, uyanış yaşayan İslam. Birinin çok tehlikeli ve zararlı olduğuna inanıyorum, bu da birincisi. Onlardan gelen tepkiye, maillere, üsluba inanamazsınız.
Vurgu daha çok Ermeni olmanızda mı?
Neredeyse tamamında. Kemalizm şu anda Türkiye’de bir ırkçılık ideolojisine dönmüş durumda. ‘Türk üstündür, Türk olmayan herkes köpektir’ bakış açısında. Normalde onlar için Ermeni bir hakarettir, ben zaten Ermeni olunca hatları kontak yapıyor. ‘Git Ermenistan’a orada öt köpek’ türünden bir yaklaşım var. Şu da gerçek ki, Türk dilini de, tarihini de, coğrafyasını da ben onlardan daha iyi biliyorum. Nereye koyacaklarını bilemiyorlar beni.
Bu hoşunuza gidiyor mu?
Evet, ahmak insanları kızdırmak hoşa giden bir şeydir.
Bu söyleşiye gelirken size dair en merak ettiğim şey şu: Türk İnkılap Tarihi’nin baştan yazılması gerektiğini söylüyorsunuz, Kemalistler hazzetmiyor sizden. Ermeni olmak faşist nefreti kazanmak için yeter zaten. Din üzerine yazdıklarınız, dindar kesimin büyük kısmını karşınıza alıyor. Ne solculara yaranabiliyorsunuz, ne eski eşinizle yaşanan hadise yüzünden feministlere, kadınlara... Ölüm tehditleri alıyorsunuz, size gelen küfürlü mailleri yayınladığınız bir blog’unuz var. Bütün bunların ortasında yaşamak nasıl bir şey?
Şunu söyleyebilirim ki, en azından benle diyalog kuranlar açısından sevenler çoğunlukta. Çok samimi hayran mailleri alıyorum. “Senin sayende nefes alıyoruz” diyen var. Şimdiye kadar yaptığım işlerde, gerek Şirince’de, gerek sözlükte, yazılarımda, insanlara güzel bir şeyler vermeye çalışıyorum; daha akıllı bir bakış açısı mümkün demek istiyorum. Bunu da çözebilmiş değilim. Bu, insanlarda sevgi ve minnet kadar düşmanlık da doğuruyor. Şirince’de bence Türkiye’de çok az bulunan bir iş yaptık. Takdir eden çok, feci surette kıskanıp ‘Allahın Ermenisi gelmiş bize yol gösteriyor’ diyen de... Sözlüğüm bu ülkenin diline son yıllarda yapılmış en önemli katkıdır. 15 sene, eşekler gibi çalışılarak hazırlanmıştır, maddi karşılığı da yoktur. Buna ayırdığım zamanda evlere temizliğe gitseydim, 300 katı falan para kazanırdım. Bir kırıklık doğuruyor bu. İnsanların bu kadar alçak olması tiksindiriyor. Ama o tiksinme aynı zamanda bir reaksiyon doğuruyor, “Bir tane daha vur kafalarına” diyorsun.
Bu zaman zaman üslup problemine neden oluyor mudur?
Olabilir. Bazen patlayabiliyorum.
Küfür dediğiniz neticede yazılı; ölüm tehditleri korkutuyor mu?
Benim için Hrant cinayeti bir dönüm noktasıydı. Ondan önce olsaydı, çekinirdim, korkardım. Bir nokta artık net: Yumuşak ya da sert davranmak fark etmiyor bu ülkede. Melek gibi adamdı, cezası ne oldu belli. Ben Hrant gibi değilim; melek gibi bir adam da değilim. Bu mücadeleye sonuna kadar girmek kararını ben 19 Ocak 2006’da verdim. ‘Yanlış Cumhuriyet’ kitabımı yayımlama kararım da o gündür.
Neyin mücadelesi bu?
Türk milletinin iliğine sinmiş Nazizm’e karşı mücadele... 1930’larda yaratılmış bir toplama kampıdır Türkiye. Bu en temiz yüzlü, en sıradan insanların bile ruhunun bir yerlerine sinmiştir. Bu ırkçılığın, bu muhasara mantalitesinin, düşmanlık ruhunun kırılması lazım. Kürt sorununun temelinde de bu zihniyet var, haftalardır çarşaf çarşaf çıkan darbe planlarında da, bana yöneltilen küfürnamelerin temelinde de... Kimi insan tatlılıkla, barış diliyle bunun üzerine gidebilir, kimi de benim gibi provokasyon diliyle...
Bunu tarihi bir misyon gibi mi görüyorsunuz?
Aynen, evet.
İleride tarihçiler Türkiye’nin bu son 4-5 yılını nasıl tarif edecekler?
Gorbaçov dönemi... Hâlâ ufak tefek reformlarla, biraz Perestroyka, biraz Glasnost’la idare edebileceklerini sanıyorlar. Bu sistem yıkılmaya mahkûmdur. Umalım, dua edelim ki, çok kanlı olmasın bu. Gitgide içe kapanan, soyut bir ırkçılığa sığınarak kendi üstünlüğüne kendini inandırmaya çalışan, ruhen hasta bir toplumda yaşıyoruz. Bir deliyle nasıl başa çıkılır? Doğru çözümün bulunduğunu düşünmüyorum. Bazen deliye tokat atmak gerekir. Bazen psikozunu öne çıkaran hamleler yapmak gerekir. Fakat bunu yaparken de duruşunun ahlaklı olması, uzun vadede “Bu adam doğru bir insandır” denebilmesi gerekir. Buna hayatım boyunca çok dikkat ettim. Bir tane büyük hatam oldu malum. 50 senede yaptığım bir sürü şeyi ziyan eden bir hataydı. Onun dışında yazı faaliyetinde, sözlük çalışmamda, mimari faaliyette bir tane düzgün olmayan işimi gösteren olsun...
Bu ara faaliyetlerinize bir de Likya kaya mezarı eklemişsiniz...
Evet, iki bin sene önce çok modaymış, sonra kimse yapmamış, çok şaşırıyorum. Harikulade şeyler... Bugün en fazla 50 bin liraya böyle bir anıt yaptırabilirsiniz. Matematik Köyü’nün karşısında bir kaya vardı; “Ben kaya mezarı istiyorum” diye bağırıyor... Dokuz aydır çalışıyoruz. Kısmen orijinal ama yeni yorum falan değil. Altı metre yüksekliğinde, dört buçuk metre genişliğinde, iki sütunlu bir tapınak cephesi... Kabası bitti, ince işe gireceğiz. Üç işçi var ama bilfiil aylardır çekiç sallıyorum.
İsminizle mi anılacak bu kaya mezarı?
Vallahi ismimle anarlarsa teveccühleri olur.
‘Ne kadar megaloman’ diyecekler şimdi...
Megalomaniyse megalomani. Orada olay yapılabilirliği. Sen de yapabilirsin. 50 bin liraya alacağın araba seni 10 sene götürür. Burada iki bin senelik bir şey alıyorsun; çok daha güzel ve kalıcı. Kim ne derse desin...
‘Öldürsem daha az tepki alırdım’
Bir tek hatam diye andınız az evvel, insanın bir diğerine somut olarak bok atması kendi içinde o kadar acayip bir hadise ki, belki itiraf etmem lazım, size dair aklıma gelen ilk üç şeyden biri bu oluyor. Bunu duymak sizi üzer mi?
Tabii ki. Ama şu da var: Hrant Dink’in Sabiha Gökçen’e dair yazısını sekiz sütuna manşet yapmak mı daha ahlaksız, bir kavgada, çok sinirlendiğin bir anda eşinin üzerine çorba yahut bok dökmek mi...
Birini seçmek zorunda değiliz.
Bence zorundayız, çünkü kıyaslanamayacak bir fark var arada. Sadece sansasyonel bir görüntüden ötürü insanların bu eylemin üzerine gitmesi yanlış ve ahlaksız geliyor bana. Neyse ki yanılıyorsunuz, o tavır küçük bir burjuva ve kadın kitlede yaygın. Geri kalan çoğunluk, üzerinde durmadı. Bence o olayda şoke edici olan benim bok atmamdan ziyade eşimin jandarmaya gitmesidir. Çılgınca bir öfkenin sonucuydu, Türkiye’de bu öfke kendini benden daha az zaptedebilen insanlarda çoğunlukla cinayet ya da dayakla sonuçlanır. Bunların hepsinde erkeğin haksız olduğunu söyleyemezsiniz. Bu işin temelinde bir sorun var demek ki. Asıl ahlaksızlık karşındakini kalıcı olarak yaralayıcı ya da zarar verici davranışlardır.
Bu konu bu kadar uzamasın, ama belki kalıcı bir iz bırakmışsınızdır, onu bilemezsiniz. ‘Öldürseydim daha mı iyi’ de bir bahane olamaz...
İnanın eşimi öldürseydim daha az tepki görürdüm. Yumruk atsaydım kimse dakika üzerinde durmazdı.
Köküne kadar çürümüş bir bina
Şirince vesilesiyle cezaevine girdiğinizde, içeride arkadaşlarınıza Kur’an öğretmişsiniz. O ekipten görüştüğünüz var mı?
Herkese değil. Mahkûmlardan biri bunalımdaydı, Kur’an okuyabilmek istiyordu, iki-üç hafta eski yazı öğretttim, sonra aracı oldum, bir cami hocası buldular. Ama cezaevi arkadaşlarımla görüşürüm. Aralarında Susurlukçular da var. Susurluk davasının önde gelen üç kişisiyle aynı cezaevindeydim.
Bizden fazlasını biliyor musunuz?
Çok dikkatliydiler ama ortalama kamuoyundan fazla şey bildiğim gerçek. Diğer ikisinin adını vermeyeyim ama biri Oğuz Yorulmaz’dı. Sonra Bursa’da öldürüldü. Hatta annesi ‘Oğlumu katil yaptılar’ gibisinden konuştu. Oğuz beni çok severdi. Öldürüldükten sonra kardeşi beni Şirince’de ziyaret etti; “Seni çok merak ettim, abim öldüğü güne kadar hep senden bahsetti” dedi.
Ergenekon davasının sonunu nasıl görüyorsunuz?
Hukuki anlamda sonuç çıkmayacağı apaçık ortada. Fakat böyle bir davanın açılabilmiş olması Türkiye’nin kanserleşmiş bir hastalığının deşilmesi demektir. Zincirleme olarak nerelere varacağını kestiremiyorum. Geçen haftalarda ortalığa saçılan dosyalar normalde yüzlerce üst düzey kişinin tutuklanması ve ağır cezalar almasını gerektirecek, Türkiye’nin güç dengelerini altüst edecek bir olaydır. Türkiye’nin mevcut devlet yapısı reformlarla kurtarılabilecek gibi değil. Köküne kadar çürümüş bir binadan söz ediyoruz. Epeyce restorasyon yaptığım için dibine kadar çürümüş binaları iyi bilirim.