Ben de kabul ediyorum: Bu kadarı çok fazla... Olacak şey değil, bir hafta içerisinde toplumu derinden sarsan iki 'bomba' birden patladı. İlkini 'Kemalist' olduğu hiç kuşku kaldırmayan bir CHP önderinin ağzından işittik ve o gün bugündür 'Dersim' eksenli bir tartışmanın parçası haline dönüştük hepimiz... Diğeri ise 'muhbir subay' mektubu olarak savcıların posta kutusuna düştü: Meğer CHP'li medya Genelkurmay Harekât Dairesi'nde hazırlanmış haberleri manşetlerine yerleştiriyor, Güzin Abla bile psikolojik savaş sorularına tatlı tatlı cevaplar veriyormuş... Kısa sürede böylesine ağır ifşaatları yürek kaldırmıyor.
Yürek kaldırmasa da gerçek değişmiyor. “Atatürk'e de mi 'faşist' diyeceksiniz?” sorusunun sorulabildiği bir ortama getirdi bizi Dersim odaklı tartışmalar... Dersim'in bugünün Tunceli diye bilinen ilimiz olduğunu öğrenmekle kalmadık yalnızca, bu adın 'Tunç eli' kod-adlı bir askeri operasyondan sonra verildiğini, o operasyonda çoluk-çocuk, kadın-erkek, genç-ihtiyar demeden 13 binin üzerinde Kürt-Alevi'nin öldürüldüğünü de okumuş olduk...
Zamanında operasyona veya sonuçlarına tanık olmuş devlet görevlilerinden biri (İhsan Sabri Çağlayangil), yıllar sonra, “Fareler gibi öldürüldüler” diye anlatmış olanı, gerçekleri öğrenmek için kendisini ziyarete gelen ve konuşmalarını teybe kaydeden o yöreden bir gence (Kemal Kılıçdaroğlu)... İşe bakın siz.
Dersim konusunu ilk ağzına alan CHP'nin genel başkan yardımcısı olduğuna ve ardından yine CHP'li kaynaklarca ortaya saçılan bilgiler yetkin tarihçiler tarafından yalanlanmadığına göre, 'rejim-karşıtı' diye yaftalanan o döneme dair anlatılar aslında 'gerçek' mi? Bir başka soru da şu: Neredeyse her evde bulunan aynı dönemle ilgili malum popüler tarih kitaplarında Dersim ve benzeri yerlerde yaşananlardan kapak açılmamasını nasıl yorumlayacağız? Gerçekten zor bir durumda insanlarımız; yüzleşmemiz istenen gerçekler bir değil, iki değil çünkü... İçiçe geçmiş birçok 'üstü örtük' olayın gerçeğini hazmetmek hiç kolay değil... 28 Şubat'ta ülkeye medya aracılığıyla dayatılan suni gündemlerin ayrıntılı biçimde karargâhta planlanmış birer piskolojik savaş ürünü olduğu kendisine ulaştırılan 'andıçları' yayımlayan Nazlı Ilıcak sayesinde gün ışığına kavuşmuştu. Manşetler, “Alçakları tanıyalım” başlıklı başyazılar, sahte şeyhler, düzmece tarikat eylemleri... Sonradan içinde “Bizi âlet ettiler” cümlesinin geçtiği özür dileme yazıları yazılınca, “Bu ders bunlara yeter” diye düşünmüştük... O ders yetmemiş... Karargâhla bazı gazeteler ve sütunlar arasında bizim varlığını hissettiğimizden daha yakın bir ilişki söz konusuymuş... Kamuoyunun bu hafta bilgisi dahiline giren belgelere bakılırsa, 'tak' denildiğinde 'şak' diye yerine getiriliyormuş talimatlar... Doğan Güreş'i 'Tak-Şak Paşa' diye alay konusu yapan medya büyükleri, meğer her sabah aynaya baktıklarında, yakalarında çok sayıda 'yıldız' görüyormuş... Sanal veya hakiki, ama yakası yıldızlı medya bizimkisi...
Bir de gündeme birdenbire düşen yeni belgelerde rastladıkları 'aykırı' isimleri öne çıkarıp “Eğer böyle bir plan gerçekten varsa, onu yazan albayı tanımak isterdim” diye olayla dalga geçme ayağına yatmıyorlar mı? Belgeleri gazetelerinin içine gömerek bile kimseye duyurmadıkları için olan-bitenden habersiz okurlarının kafası daha da karışıyordur. CHP sözcülerince ilk kez tartışma gündemine sokulan Dersim gerçekleri... Karargâhla medya arasında varolan kanalların hâlâ açık durduğunu fâş eden yeni medya andıçları...
Yüreğimiz bu kadarına dayanamayabilir. Fehmi Koru-Yeni Şafak