Nostalji yazacak kadar çabuk geçiyor zaman…
Çocukluk yıllarıma döndüm bir an…
Nostalji yazıları yazacak kadar yaşlı değilim, ama yaşadığımız son çeyrek, yüzyılın en hızlı geçen zaman dilimiydi pek çok açıdan.
Ve çocukluğuma döndüm bir an…
Belli oyunlar belli zamanlarda oynanırdı eskiden. Meyvelerin mevsimleri olduğu gibi, oyunların da mevsimleri vardı anlayacağınız.
Hatta mevsimlerin bizim zihnimizdeki tek anlamı oyunların zamanının gelip gelmediğine ilişkindi.
Mesela “çivi saplamaca” oyunu yağmurlu mevsimlerde olurdu. Yani bu oyun için en ideali ilkbahar ve sonbahar aylarıydı. Yağmurun çise çise yağdığı günlerde, toprağa yağmur düşer düşmez biz de sokağa fırlardık. Çünkü toprak yumuşamıştır ve çivi saplama kıvamına gelmiştir.
İki kişilik bir oyundu bu. Bir noktadan başlanır ve iki kişiden biri diğerini hapsedinceye kadar daireler, “V” ler çizerek, toprağa çivi saplanarak oynanırdı. Bir labirent oyunuydu diyebiliriz yani. Labirentin içinden çıkamayacak olan kişi pes edinceye kadar sürerdi. Bazen yemek araları verilir, tekrar oyuna başlanır, akşam mahallenin lambasının ışığının yardımıyla geç saatlere kadar bile sürdüğü olurdu.
O zamanlar televizyon akşam altı’da açıldığı için televizyon seyretmek maksadıyla bu arada oyunu terk eden mızıkçılar da olurdu. Ben sadece Perşembe günleri akşam vakitlerinde dışarıda kalmazdım. Bunun iki nedeni vardı: Perşembe pazarından alınan hamsi, ve “kaybolan adalar” adlı dizi. Eskiden alışveriş sadece şehir pazarından yapılırdı. Her istediğinizi her gün bulamazdınız. En azından bizim yaşadığımız şehirde böyleydi. Yani bir haftalık bir zaman dilimine yetecek kadar alışveriş yapılırdı.
Hamsi yerken diziyi de merakla izlerdim. Sadece ben mi, bütün şehir bu diziyi izlerdi. Diğer önemli diziler, Bonanza", Akıllı köpek “Co”, “Çarli’nin Melekleri” “Küçük Ev” ve tabii ki, “Dallas.” Dallas’taki entrikalar o kadar çok gündemimize girmişti ki, “hayatımız Dallas oldu” şeklinde vecize söz Türkçe’ye girmiş oldu. Bu deyim aynı zamanda toplumsal kokuşmuşluğun da bir başka adıydı.
O zamanlar böyle kablolu televizyonlar, ya da uydular falan yoktu. O yüzden televizyon da net göstermezdi, hep karlardı. Büyük antenler yüksek bir ağaç direğe bağlanır, direk çimentoyla bir teneke içine sabitlenir ve sallanmadan durması sağlanırdı. Yine de Akşehir’in o rüzgarlı günlerinde anten hep sallanırdı. Damın tepesine çıkıp anteni düzeltmek ise ağabeyime düşerdi.
Biliyor musunuz, siyah beyaz televizyonların karlaması da çok kötü “göz alır”dı. Babam ve annem aman oğlum televizyonu yakından izlemeyin sonra “gözünüzü alır” derdi. Bu deyimin benim için aslında çok korkunç bir yanı vardı. Ben televizyonun gerçekten gözümü alacağını sanırdım. Şimdi düşünüyorum da televizyon sadece gözümüzü değil, ruhumuzu da alıyormuş. Büyükler hep haklı mı ne?
Tekrar oyunlara dönelim isterseniz? Demiştim ya, her mevsimin oyunu vardır diye. Yaz ayları bu anlamda çok renkli geçerdi. Pek çok oyun çeşidi Yaz’ı süslerdi.
Yazın favorisi “bilye” oyunuydu. Çoğu yerde misket denir, ancak biz bilye derdik.. Rengarenk bilyeler vardı. Tomas, Mardin, Mika gibi çeşit çeşit bilyeler adeta rüyalarımızı süslerdi. Bilye “ütmek” kadar güzel bir şey olamaz diye düşünürdüm. Özellikle Alamancı çocuklarla oynamayı çok severdim. Çünkü onların bilyeleri ne de olsa Almanya’dan geliyordu. Anlayacağınız Yaz’ın geldiğinin bir başka göstergesi Alamancı çocukların bilyeleriydi. Bilye niye bu kadar önemliydi derseniz, en çok bilyesi olan çocuk mahallenin en itibarlı çocuğuydu da ondan. Ben iyi bir nişancı değildim ama iyi bir taktisyendim sanırım. O yüzden çoğu defa kazanırdım. Kaybettiğimde hırs yaptığımı hatırlamıyorum, ancak üzülürdüm. Ama bu işin bir de yarını vardı. Hep yarınlara inandım.
Yazın diğer bir oyunu ise, gazoz kapağı ve taşla oynanan bir oyundu. Elimizdeki uzun taş veya kaya ile bir üçgen içine yerleştirdiğimiz kapakları o üçgenden çıkarmaya çalışırdık. Çıkardığın kapak senin olurdu. Gerçi bu oyunda benim içimi hala burkan bir yan vardır, bunu paylaşmadan geçemeyeceğim. Mermer taşlar bu oyun için en ideal taşlardı ve bu taşları harabe olmuş tarihi bir hamamdan söküp getirirlerdi mahallenin çocukları. Belki de ben de bu bir hayra da vesile oldu ve duyduğum pişmanlık beni şimdiki tarih bilincime ve şuuruma ulaştırdı. Yine de keşke o mermerler sökülmeseydi diyorum içimden. Hayatımdaki tek keşke belki de bu.
***
Evet eskiden..
Her şey çuvalla, sepetle, kasayla alınırdı eve. Ekmekler neredeyse yarım kilo çekerdi. Alışveriş merkezleri, büyük marketler henüz sarmamıştı etrafımızı.
Siyah beyaz’dı kahramanlarımız, TRT’nin tek kanallı dönemleriydi.
Radyoda kısa dalga’da BBC Türkiye yayınları dinlenmektedir henüz..
Ve “arkası yarın”larla Sönmez Atasoy’lar, İstemi Betil’ler, Baykal Saran’lar sabah saat 9.40 itibariyle her gün evimize konuk olmaktadırlar.
Yirmibeş yılda ne çok şey değişmiş gerçekten, değil mi?..