Hicret, insanın başkasından beden, dil ve kalple ayrılması demektir. Hicret eden kimseye muhacir denilir. Muhâcerat ise, başkasıyla ilişkiyi kesip onu terk etmektir. Manevi anlamda muhâcerat; insanı Allah’a isyana teşvik edecek olan şehvetlerden, kötü huy ve günahlardan uzaklaşmak, onları terk ve reddetmek anlamlarına gelir. Hz. Peygamberin “gerçek muhacir, Allah’ın yasaklarından kaçınandır” buyurması bu bağlamdadır. Dini anlamda asıl hicret, dini sorumlulukları yerine getirmenin her türlü imkânının ortadan kalktığı ve yaşama hakkının olmadığı bir yerden; din, can, mal, akıl ve namus güvenliğinin olduğu bir yere göç etmektir. Dolayısıyla hicret, sadece zulmünden kurtulmanın bir gerekçesi değil, aynı zamanda inisiyatifi/üstünlüğü de ele almanın bir gerekçesidir. İşte bu anlamda hicret bir dava göçü olup, Allah ve Resulü için yapılandır. İslam tarihinde Müslümanların bi’setin beşinci yılında Mekke’den Habeşistan’a ve onuncu yılında Mekke’den Medine’ye hicretleri buna en güzel örnektir. İnsan, bir beldeden bir beldeye, bir şehirden bir başka şehre ya da bir ülkeden başka bir ülkeye siyasi, ekonomik, can güvenliği, ilim, evlilik vb. gibi nedenlerden dolayı da dünyevi anlamlarda hicret edebilir.
İslami düşüncede Allah’ın iradesine teslimiyet, insanların iradesine karşı bağımsızlık demektir. Bir başka ifade ile teslimiyet, Allah’ın insanlığa tenezzülatı olan ilahi vahyi idrak etmek, onu anlatmak ve yaşamak noktasında karşı duruşlara sabır ve tahammül göstermeye şuurlu bir şekilde karar vermektir. (Ali İzzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslam, çev.Salih Şaban, ts., s. 311). İşte Allah’a teslimiyetin bir gereği olarak bütün peygamberlerin ve dava adamlarının hayatında hicret vardır. Örneğin, Hz. İbrahim, aklî ve naklî bütün argümanları kullanarak kavmini imana davet etmesine rağmen bir sonuç alamayınca, küfür diyarından uzak kalmak ve özgür bir şekilde Allah’a kullukta bulunmak adına ana yurdunu terk etmiştir.(el-Ankebut, 29/24–26). Hicret, görüldüğü gibi bir kaçış değildir. Necip Fazıl’ın ‘hicret’ adlı şiirinde ifade ettiği gibi; “merkezi çevreden sarmaktır/merkezi çevreden fetihtir.” Dolayısıyla çok rahat bir şekilde medeniyetlerin hicretle kurulduğunu söyleyebiliriz. Çünkü hicret, iman, fikir ve eylem planında birey ve toplumlara zindelik kazandırır. Nitekim “tebdil-i mekânda rahmet vardır” atasözü buna delil teşkil eder. Hicretin medeniyetle ilişkisine en açık örnek, Hz. Peygamberin miladi 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicret etmesi ve Medine merkezli bir İslam medeniyetinin vücuda gelmesidir. Bilindiği gibi İslam tarihinde Hz. Peygamberin Mekke’den Medine’ye hicret etmesi, gerek sonuçları ve gerekse etkileri itibariyle bir dönüm noktası oluşturmuştur. Hicretle birlikte İslam, Mekke dışına taşmış, Medine ufuklarından bütün bir dünyaya yayılmıştır. Böylece din, Medine’sini oluşturmuş, burada yaşanan din, sanat, edebiyat ve ilim faaliyetleriyle bir İslam kültür ve uygarlığı meydana getirmiştir.
Yaşadığımız dünyada milyonlarca insan –özellikle müslümanlar- savaş, işgal, baskı, can güvenliği sorunu, ekonomik nedenler gibi durumlardan dolayı zorunlu göçe tabi tutulmaktadırlar. Afganistan’dan, Karabağ’dan, Filistin’den, Irak’tan, Somali’den, Çeçenistan’dan vb. binlerce Müslüman doğup büyüdükleri yurtlarından başka diyarlara iltica etmişlerdir. Bu kardeşlerimiz bugün, çok zor şartlar altında hayatlarını idame ettirmekte, ölüm-kalım mücadelesi vermektedirler. Bu insanların, hukuk başta olmak üzere, sağlık, barınma, eğitim, yeme-içme, giyim-kuşama varıncaya kadar birçok sorunları vardır. Hatta birçoğu BM Mülteciler yüksek komiserliği tarafından yasal mülteci konumunda sayılmadığı için bulundukları ülkelerde haklarını tam olarak da kullanamamaktadırlar. Ellerinde, avuçlarında bulunan paralarla zaman zaman uluslar arası mafya ve her türlü karanlık güçler eliyle istismar edilerek mağdur duruma düşürülmektedirler. Gün geçmiyor ki, televizyon ve gazetelerde bir başka ülkeye götürülürken ya adını bilmedikleri bir ülkede terk edildiklerine ya kamyon kasalarında boğulup öldüklerine ya da azgın suların dibini boyladıklarına dair haberler yayınlanmış olmasın. Bugün önümüzde çağdaş bir sorun vardır. İşte asıl bugün hicreti konuşurken yaşanan vakıalardan yola çıkarak mülteci konumunda bulunan kardeşlerimizin sorunları masaya yatırılmalıdır. Elbette sivil toplum kuruluşları ellerinden geleni yapıyor ama bu yetmez. Önemli olan bu insanların yaşadıkları topraklara geri dönmeleri için; güven içerisinde yaşayacakları, eğitim, sağlık, barınma gibi ihtiyaçlarını karşılayıp yaşam kalitesini yükseltecek bir ortamın sağlanması yolunda çaba sarf edilmesidir. Bu ağır işin altından birkaç ülkenin kalkması mümkün değildir. Mutlaka uluslar arası yardımlaşma ve dayanışmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Eğer bugün biz yaşadığımız coğrafyalarda 1400 sene önceki Medine merkezli muhâcir-ensar kardeşliğini çağın gerekleri doğrultusunda yeniden üretebiliyorsak, hicret üzerine konuşmamız bir anlam ifade eder. Yok, eğer, bugüne gelmez de hala tarihte kalıp olup-bitenleri konuşur durursak bunun adı, tarihsel arkeoloji yapmak olur. Hiç olmazsa bu konuda kendimiz bir şey yapamıyorsak, İHH gibi yardım kuruluşlarının elini kuvvetlendirmek adına maddi ve manevi yardımlarımızı esirgemeyelim. Bu bir insanlık ve İslamlık borcumuzdur. Bu duygular içerisinde idrak edeceğimiz Hicrî yılbaşınızı şimdiden kutlar, Yüce Allah’tan huzur ve barış dolu bir dünyanın kurulmasını niyaz ederim.