Son zamanlarda mütemadiyen şu garip kelimeleri duyuyorum; “bunalıyorum, boğuluyorum” diyor en yakınımdakiler bile.
İlginç bir şekilde de sürekli hayatın anlamsız olduğundan dem vuruyorlar.
“Neden anlamsız hayat?” Sorusuna verdikleri cevap ise daha ilginç oluyor:
“Anlamsız işte!” bu kadar…
Bu cümlenin dışında, tek anlamlı itirazları yok.
Anlaşılan gönül güçlerini yitirmişler.
Belki de haklılar, onları hayata bağlayacak ne bir ideoloji, ne bir inanç var.
Modern zamanları yaşıyoruz.
Ve yaşadığımız çağda, her şeyi biliyor onlar.
İnternetten bir tık, bilmeleri gereken her şeyi onlara öğretiyor!
Binlerce kanal var, kumandaya bastıklarında dünya odalarında.
Artık kimseden bir kelime öğrenmeye ihtiyaçları yok.
Bu güven duygusu mu onlar için hayatı anlamsız kılan?
Hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacın olmaması insanları mutsuz mu kılıyor?
Bu ruh halini ben bir yerden tanıyorum.
Ondokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren Batı toplumlarını da sarmıştı bu psikoloji.
***
Batı toplumlarında nihilizm böyle başlamamış mıydı?
Ve tanrı öldü! diyenler tanrıyı öldürdükten sonra, inanacak hiçbir şeylerinin kalmadığının farkına vardıklarında ne kadar da geç kalmışlardı.
Kuzey Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde intihar vakaları, çarpık ilişkiler, vakayı adiyeden hale gelmişti.
Sosyologlar “anomi” diyorlardı.
Sosyal normlar kalmamıştı yani.
Kuralsızlıklar çağı yaşanıyordu.
Birinci derecede aile ilişkileri yok olmuştu.
Boşanma oranları yüzde seksenlere ulaşmıştı.
Aile mevhumunun ortadan kalktığı bir dünyada sosyal güvenlik kurumlarının her şeyi halledeceğini düşünen batı toplumu kan kaybediyordu.
Batı toplumu yaşlanıyordu, çünkü dünyayı kendi elleriyle kirletmişler ve bu kirli dünyaya çocuk getirmek istemiyorlardı.
Bir kısmı da kendi sosyal yaşamlarının değişmesine neden olacağı düşüncesiyle “çocuğa hayır” diyorlardı.
Özgür hayatlarını kaybetmekten korkuyorlardı.
Ancak bu hayatların ne kadar da yapay hayatlar olduğunu zamanla idrak ediyorlardı.
Kiliseler, muhafazakâr siyasetçiler, bu felaketi erken fark edenlerdendi.
Aileye dayalı bir toplum için projeler ortaya koyuyorlardı…
Belki kurtarabilirlerdi toplumlarını..
***
Hiç bir şey bizim için geç değil oysa.
Hala bir aile, inanacak değerler ve birbirini kollayan komşular var her şeye rağmen…
Teknolojik hayatları azıcık terk ediversek...
Mesela geçmişte olduğu gibi “komşu komşunun külüne muhtaçtır” atasözünü hatırlayıversek.
Televizyon başında saçma sapan dizilerdeki hayatları değil, komşumuzun hayatını öğreniversek sıcak bir çay sohbetinde, küçük bir ev ziyaretinde…
Birlikte çekirdek çitleyen aile olsak, çekirdek aileden yalnızca bunu anlasak, babamızla, annemizle, büyük annemizle, dedemizle eski bağlarımızı kursak, helalliklerini alsak…
Sahici hayatlar kursak…
Gülücükler olsa yanaklarımızda.
Her daim karşımızdakine gülümsemenin ne büyük bir erdem olduğunu anlatsak yılmadan.
Mesela cep telefonlarımızdan başlasak böyle bir hayata ve silahlarımızı gömer gibi gömsek toprağa...