Saygı değer okuyucularım, bugünkü yazımızda; yazılışı ve söylenişi birbirine çok benzeyen, ancak anlamları farklı olan kelimeler konusuna; hem anlamlarını, hem de cümle içinde kullanılışlarını sunarak devam edeceğiz.
hak, -kkı: Gerçek, doğru, adalet, pay, manevi yetki, kazanç.
Hak, -kkı: Allah.
hâk, -ki: Toprak.
Hâk-i payine yüz süreyim.
Hakkı ve hakikati söylemekten beni kimse alıkoyamaz.
Hakkıdır Hakk’a tapan, milletimin istiklâl…
hakim: Her şeyi bilen, hikmet sahibi. (Cenab-ı Allah’ın 99 isminden biri)
hâkim: Yargıç, egemen, baskın, başta gelen, yüksekten bir yeri tamamen gören.
Abdülhakim, bir erkek ismi olarak ne de güzeldir.
Bir hâkimin çok ciddî, bir satıcının çok mültefit, bir askerin çok otoriter olması meslekleri icabıdır.
Hâkimlik ve savcılık sınavlarına hazırlanıyorum.
Sadece Yemen türküleri değil, o dönemdeki bütün seferberlik türkülerinde aynı hâletiruhiye hâkimdir.
hakimane: Bilgece.
hâkimane: Buyururcasına, hükmedercesine.
Arkadaşım, hakimane tavırlarıyla dikkat çekiyordu.
Fikirlerini anlattığı vakitlerdeki hâkimane ve müstehzi sesiyle söyledi.
hal, -li: Pazar yeri.
hâl, -li: Durum.
hal, -lli: Çözme, eritme, sonuca varma.
hal: Tahttan indirme, çözüme varma.
Bambaşka bir hâliniz vardır sizin, merhametli bir insan olduğunuz bellidir.
Biz bu hâllere düşecek adam mıydık?
Bu konunun halli çok kolay.
Bugün yazılan her kitap hâlden istikbale bir habercidir. Hâl dediğimiz şey, yarından sonra mazi olacaktır.
Hal edilmek, bir devlet adamı için ne kadar zordu.
Sebze halinde bugün meyve fiyatları hayli yüksek.
hala: Babanın kız kardeşi.
hâlâ: Henüz.
Dört halam, iki de amcam vardı.
Sizin hâlâ bir otomobiliniz yok mu?
harbi: Silah temizleme çubuğu, doğru, mert, yiğit, temiz, hilesiz.
harbî: Savaşla ilgili, Osmanlı ülkelerinde ticaretle uğraşan yabancılar.
Çok harbi bir adamsın vesselam.
Harbî konularla ilgili olarak hiç konuşmadınız ki…
haşa: Kalın, kaba kumaş parçaları.
hâşâ: Asla, kesinlikle.
Evimizde bulunan haşalarla bir minder diktik.
Siz böyle söylemişsiniz, hâşâ ben öyle söylemedim.
haya: Er bezi.
hayâ: Utanma duygusu, sıkılma.
Bir insan ancak bu kadar edepsiz ve hayâsız olabilir.
Hayalarındaki dayanılmaz ağrılar, onu hastanelik etti.
hayır: Yok, öyle değil, olmaz.
hayır, -yrı: İyilik, karşılık beklemeden yapılan yardım.
Cevabım elbette hayır olmalıydı.
Yapılanların hiç hayrı hasenatı kalmadı.
helal: Haramın zıddı.
halel: Zarar, ziyan, istenmeyen durum, bozma, bozukluk.
Helal sertifikalı ürünlere olan ilgi göz kamaştırıyor.
Türkçemizi nasıl kullanmalıyız ki, millî birlik ve beraberliğimize halel gelmesin?
her hâlde: Mutlaka, her durumda.
herhâlde: Belki, büyük bir ihtimalle.
Yarın akşam her hâlde size geliriz.
Yarın akşam herhâlde size gelebiliriz.
icap: Gerekme hâli, gereklilik, gerek.
icar: Kira.
İcap ederse, onlarla da bir araya gelebiliriz.
İcara verdiğimiz tarlalardan yüklü bir gelir elde ettik.
icra: Yapma, yerine getirme, bir müzik eserini yorumlama.
ücra: Çok uçta, kenarda veya kıyıda köşede olan.
Sen icra memuru musun ki, kalbime haciz koydun?
Ücra bir köşede saatlerce sohbet ettik.
ilişki: Bağ, münasebet.
ilişkin: Dair, ait, bağlı, ilgili.
Arkadaşlık ve dostluk şeklinde bile bir ilişki aramadığını kesinlikle anlatacaktı.
Dikkatle yüzüne bakıyorum, ama beni suçladığına ilişkin hiçbir belirti göremiyorum.
iltica: Sığınma.
irtica: Gericilik.
Kovalıyorlarmış, kaçmış; saraya iltica etmek istemiş.
Vilayetin bir yerinde faili yakalanamayan bir irtica vakası çıkar.
inşat: Topluluk karşısında kurallara uygun şekilde şiir okuma.
inşaat: Bina yapma bilgisi ve sanatı, bina.
İnşaat Mühendisliği bölümünde, uzun bir süredir derslere giriyorum.
İnşat işini de, hani iyi becerdiğim söylenir.
isal: Ulaştırma.
ishal: Amel, cır cır.
Abur cubur yemekten sürekli ishal oluyordu.
İsal hizmetleri, en pahalı hizmetlerdendir.
istifra etmek: Kusmak.
istiğfar etmek: Af dilemek.
Hicaz’a gitmiş, Beytullah’a yüz sürerek tövbe ve istiğfar etmişti.
Yolculuğumuz sırasında istifra edenlerden gına geldi.
işgal: Meşgul etme, oyalama, bir yeri veya bir ülkeyi ele geçirme, zapt.
işkâl: Zorlaştırma, güçlük çıkarma.
Çuhahane bir kumaş fabrikasıydı, İstanbul’un işgali sırasında İngilizler burayı yaktılar.
Görevimi işkâl etmeyin lütfen.
kabîl: Benzer, bunun gibi, cins, tür. (“kabil”in “a”sı kısa okunur.)
kabil: Mümkün, imkân dâhilinde olan.
Kâbil: Afganistan’ın başkenti.
Bu kabîl davranışlar beni hep üzmüştür.
Geçen yıl, bir vesileyle Kâbil’e gitmiştim.
Sizi bir daha görmem kabil mi?
kalp: Sahte, geçmez.
kalp, -bi: Yürek.
Bu şarkım da, bütün kalbi kırıklara gelsin.
Kalp para basan sahtekârlar yakalandı.
kam: Şaman din adamı.
kâm: Dilek, mutluluk, zevk.
Gülelim eğlenelim, kâm alalım dünyadan.
Kamlara göre, nevruz ateşinin üzerinden atlayanların o güne kadar olan bütün günahları affedilirdi. Hatta, ateşin üstünden atlarken, üstü başı tutuşanların ise, gelecekteki günahları da sıfırlanırdı.
(Ne kadar kolay bir din değil mi? Sen, onca rezilliği işle, sonrasında da 21 Martta yakılan nevruz ateşinin üzerinden atla ve günahlarının hepsine bir sünger çekilsin… Umarım, bu satırları okuduğunuz dakikalarda Şamanizme geçmeyi falan düşünmüyorsunuzdur. Biliyorsunuz, ben sadece bir züğürt tesellisinden bahsettim, elbette maksadım Şaman inancının propagandasını yapmak falan değildi. (Hâşâ, sümme hâşâ, evlerden ırak, hafazanallah…)
kamelya: Japon gülü, Çin gülü.
kameriye: Sıcak havalarda içinde oturulan süslü çardak.
Evimizin bahçesine on tane kamelya diktim.
Kim şu kameriyede oturmuş, şu çiçeklerden kim toplamıştı?
kanun: Yasa, bir tür çalgı.
kânun: Ateş ocağı, eski takvimde kânunuevvel-kânunusani.
Dünyanın en büyük kanunu, nefsini müdafaa ve muhafaza etmek için karnını doyurmaktır.
Eski tabirle kânunları, yani aralık ve ocak aylarını sevmem.
kap: Bir tür kadın giysisi, eşya taşımak için kullanılan torba, kılıf, sepet, sandık.
kâp: Aşık kemiği.
Aynı yazar bu kabına sığmayan oyuncunun el, kol, yüz kıpırtılarını da şöyle dile getirir.
Kurbanlık koyunumuzun kâplarıyla ne güzel oyun oynadık.
kar: Bir yağış türü.
kâr: Kazanç.
Doğu şehirlerinde kar kalınlığı metrelerce olurken, Konya bu güzellikten hâlâ nasiplenemedi.
Konya Spor haftayı kârsız kapattı.
(Bir gazetenin spor sayfasında bu cümleyi gördüğümde, gayriihtiyarî dışarıya baktım, “kar” yağıyor mu diye. Oysa bu cümlenin kullanıldığı ay mayıs. Velev ki, kış ayı olsun; karla, kışla konunun ne alakası var?)
kast: Aşılmaz, erişilmez sınıf.
kasıt, -stı: Maksat, amaç.
Herhangi bir kastı olmadığı hemen anlaşıldı.
Hindistan’daki kastlar arasında çok ciddi bir uçurum vardır.
katil, -tli: Öldürme. (“katil” in “a” sı kısa okunur.)
katil: Öldüren. (“katil” in “a” sı uzun okunur.)
Ailesinden dört kişiyi öldüren katil zanlısı nihayet yakalandı.
“Öldüren” anlamındaki “katil“; günümüze kadar kaatil, kātil, kâtil şekillerinde yazılmıştır. “kâtil“deki şapka işareti; bazı kişilerin “a” yı ince ve uzun okumalarından dolayı TDK tarafından kaldırılmıştır. İki kelime aynı şekilde yazılınca da, bu sefer ; “katil” kelimesinin “a”sının nasıl okunacağını bilemeyenlerin işi iyice zorlaşmıştır.
Oysa, “katil”den kastın ne olduğunu, karine yoluyla çıkarmak mümkündür. “katil zanlısı” derken, “katil” deki “a”nın uzatılması mümkün değildir. O zaman, kelime grubunun anlamı “öldüren zanlısı” olur ki, bu da doğru değildir.)
Öldürdüğü güzele ağlayan bu katilin / Elleri kanlı, fakat gözyaşları temizdi.
lâm: Bir Arap harfi.
lam: Mikroskop camı, dar, çok ince metal parça.
Lama yaydığımız parçayı incelemeyi kafaya koymuştuk.
Lütfü’ye akordeon çalıyorlar, lâmı cimi yok çalınacak.
mahsun: Kuşatılmış, güçlendirilmiş, güçlü.
mahzun: Hüzünlü, üzgün.
Alanya Kalesi; oldukça mahsun ve aynı zamanda mahzun…
Niçin böyle mahzun duruyorsun?
mahsur: Hasara uğramış, çaresiz, kuşatılmış, sarılmış, çevrilmiş.
mahzur: Sakınca, engel.
Artık söylemekte bir mahzur olmadığından gizlemek abes.
Böyle davranmanızda bence bir mahzur yok.
Çığ felaketi sebebiyle, on beş arkadaşımız mahsur kaldı.
maiyet: Birinin emri altında olanlar, alt kademedekiler.
mahiyet: Bir işin aslı, bir olayın içyüzü, nitelik, vasıf, öz, asıl, esas.
Maiyetindekilere karşı, her zaman babacan ve müşfik olurdu.
Üstelik tiyatroda her şey şahsî bir mahiyet arz eder.
mani: Bir ruh hastalığı.
mâni: Hece vezniyle yazılan ve söylenen bir şiir türü, engel.
Bir araya gelmemiz için, hiçbir mâni kalmadı.
Her köyde mâni, türkü söyleyen biri var.
Kaç zamandır beynimi, kanımı ateşlendiren bu idealimin lezzetini tatmak için her mâniyi çiğneyeceğim.
Mani depresif hallerinden dolayı uzun süre tedavi gören arkadaşım, nihayet okula döndü.
masun: Korunmuş, dokunulmaz, saklanmış, korunan.
masum: Suçsuz, günahsız, küçük çocuk, temiz, saf.
Gül kokusunda saf ve masum bir eda, yaseminde romantik bir sevda hisseder gibi olurum.
Poyrazdan masun bir kulübe göreceksin.
masuniyet: Korunmuş olma durumu, dokunulmazlık.
masumiyet: Suçsuz, günahsız olma durumu.
Aksine; onun her tavrından hayret, dehşet ve masumiyet tüttüğüne şahidim.
O zaman yüzünün çocuklara mahsus körpeliği masuniyetle birleşmişti.
maşerî: Topluluğa ait, toplulukla ilgili, toplumsal.
mahşerî: Kıyametle ilgili, mahşeri andıran.
Konser günü gelip çattığındaysa, stadyumda mahşerî bir kalabalık vardı.
Mitingler, maşerî bir tepkinin varlığını ortaya çıkardı.