Saygı değer okuyucularım, bugünkü yazımızda; yazılışı ve söylenişi birbirine çok benzeyen, ancak anlamları farklı olan kelimeler konusunu; hem anlamlarını, hem de cümle içinde kullanılışlarını sunarak tamamlıyoruz.
tanrı: İslam dışı dinlerde kendisine tapılan varlık.
Tanrı: Allah, Yaradan, Rab, İlah, Halik, Hüda.
Eros, Yunan tanrılarından biriydi.
Reşat Nuri Güntekin’in Tanrı Misafiri adlı hikâye kitabını alabilir miyim?
tanzim: Düzenleme, sıraya koyma.
tazmin: Zararı ödeme.
Çiçek tanzim sanatıyla uğraşıyorum.
Ziraat Bankası’ndan sağlanan krediyle, çiftçilerin zararı tazmin edildi.
tanzimat: Düzenlemeler.
tazminat: Zararı ödeme.
Hakkınızda maddi-manevi tazminat davası açacağım.
Tanzimat Dönemi’ne göre değerlendirirsek, Meşrutiyette devlet adamlarının tiyatroya ilgisi pek gevşekti.
tashih: Bir metni düzeltme.
tasdik: Doğrulama, onaylama.
Sen bizi her hâlde tasdik makamı sanıyorsun.
Yazdığım kitabı en az on sefer tashih ettim desem yeridir.
tasfiye: Arıtma, ayıklama, temizleme, özleştirme.
tavsiye: Öğütleme, yol gösterme, referans.
Doktorların tavsiyesine uyarak her gün beş kilometre yürüyordu.
Yoksa mutlu bir şansla bir uzlaşma olacak, bu da yumuşak bir tasfiyeye imkân bırakacak mıydı?
tasvip, -bi: Onaylama, uygun bulma.
tasvir: Resmetme, resim.
Ama zeytinyağı tüccarı, böyle bir değişikliği kesinlikle tasvip etmezdi.
Onun hayatını tasvir eden bir kitap elime geçti.
tazyik: Basınç, sıkıştırma, darlaştırma, manevi baskı, zorlama, zarara sokma.
tahrik: Kışkırtma, harekete geçirme, cinsel isteği artırma.
Tazyikli su karşısında âciz kalmıştık.
Vatan hainlerinin yaptığı tahrikler insanı çıldırtıyor.
teamül: Süregelen davranışlar, tepkime.
temayül: Bir tarafa eğilme, meyletme.
Musiki ruhların en tabii temayülleri arasındadır.
Okunan sureleri ve duaları teamül gereği hürmeten oturup dinlerlerdi.
tefriş: Döşeme işi.
teşrif: Şereflendirme, onurlandırma.
Düzenlediğimiz İkbal Gürpınar konferansını teşrifiniz bizi memnun edecektir.
Evimizi kendi paramla tefriş ettim.
teskere: Sedye, inşaatta malzeme taşımak için kullanılan araç.
tezkere: Mezuniyet belgesi, izin belgesi, yetki belgesi, pusula.
Bu vaziyette en tabii çare, ona küçük bir tezkere yazmaktı.
Gel tezkere, gel tezkere, bitsin bu gurbet; yolunu bekleyen yârin yüzüne hasret.
(İtiraf etmem gerekir ki; ben de, “tezkere” yerine “teskere” dendiği zaman, Arapçada bu kelimenin anlamının “sedye” olduğunu, Akparti iktidarının ilk döneminde Kuzey Irak’a asker gönderme konusu gündeme geldiğinde öğrenmiştim.
Öteden beri zaten kafama takılmaktaydı, acaba kelimenin doğrusu hangisiydi? TDK yayını Türkçe Sözlük başta olmak üzere bütün sözlükleri taradım, hepsinde bilgi aynıydı: Her iki kelimenin de anlamı farklı. İnanılır gibi değildi.
Meğer, mekânı cennet olası sevgili Esmeray, yıllarca “Gel sedye gel, bitsin bu gurbet...” diye o buğulu sesiyle bizleri mest etmişti. Ancak, şarkıda geçen “teskere” nin farklı bir anlam taşıdığını ne o biliyordu, ne de onu sevenler ve dinleyenler. Artık şimdi, bu satırları okuyanlar da şu andan itibaren biliyorlar. “tezkere” yi söylemek oldukça zor, hemen dilimiz diğerine kayıveriyor. Biraz gayret edersek “sedye”den kurtulacağız.)
Kızılay’ın stoklarında afet dönemlerinde kullanılmak üzere yüz binlerce teskere var.
Kuzey Irak’a asker çıkarmak için meclise sunulan tezkere kabul edildi.
tetkik: Ayrıntılı inceleme, araştırma.
teknik: İlme, fenne uygun olma, yol, beceri yöntem.
Ablam Maden Tetkik ve Arama Müdürlüğü’nde çalışıyor.
Teknik Bilimler Meslek Yüksekokulu öğrencilerinin büyük bir kısmı, sınavsız geçişten yararlananlardan oluşuyor.
tellak: Hamamda hizmet eden ve erkek müşterileri yıkayan erkek.
tellal: Çağırtmaç, satışlarda aracılık eden kimse.
Annemin çeyizlik eşyasını, hamallarla Tellallar Çarşısı’na gönderdiler.
Hamam kültürümüzün azalmasıyla birlikte, tellaklık mesleği de tarihe karışacağa benziyor.
temiz: Arınık, kirli olmayan, pak, münezzeh.
temyiz: Ayırt etme, gerçeği görme, fark etme.
Ayak basacak tek adımlık temiz bir yer yok.
Temyizde beraat ettim.
tıp, -bbı: Hekimlik, tababet.
tıp tıp: Küçük ve hafif bir biçimde.
Tıp öğrencileri, morglarda katı kalpli olurlar.
Yüreği tıp tıp atıyor.
uhde: Sorumluluk, birinin yapmakla yükümlü olduğu iş, görev.
ukde: Düğüm, yumru, içe dert olan şey.
Bu işi tek bir kişiye verseniz, yine uhdesinden gelir; çünkü yapacağı bellidir.
Geceleri bilhassa yatsı namazından sonra seccadede oturur, çocuk dilimle, içimde ukde olan meseleler hakkında Allah’la konuşur dururdum.
Kulübün masrafını Türk azalar uhdelerine almışlardır.
vâkıâ: Gerçi, her ne kadar, ise de.
vakıa: Olgu.
vaka: Olay, hâdise.
Bu bir vakıadır, inkâr edilemez.
O kadar boşboğaz çocuk arasında da, vakayı bir sır olarak saklamak güçtü.
Vâkıâ, bunlardan bir kısmını unutmamıştım.
vakıf, -kfı: Toplumun faydalanması için bağışlanan para, mülk ve bağışlananların idare edildiği yer, toplum menfaatine çalışmayı ilke edinen kuruluş.
vâkıf: Bilen, vakfeden, farkında olan, bir şeyi vakıf durumuna getiren.
Demirci anladı, ses çıkarmadı, duvardan üç beş halka aldı, sanatına vâkıf bir adam sükûnetiyle değneğe taktı.
Keşke, günümüzde de “Öğrencileri Pikniğe Götüren Vakıf” olsaydı.
varis: Toplardamar genişlemesi.
vâris: Mirasçı.
Dün vefat eden komşumuzun vârisleri birbirine düştü.
Varis ağrıları yüzünden on dakikadan fazla ayakta duramıyordu.
vasi: Mirası yöneten, düşkün birinin malını yöneten.
vâsi: Geniş, engin.
Asliye Hukuk Mahkemesi, en büyük kardeşimi vasi tayin etti.
Marmara Denizi, vâsi bir iç denizdir.
yad: Yabancı.
yâd: Anma, zihin, hatır.
Burası sizin eviniz sayılır, yad yad durmanıza gerek yok.
Yad eller ayırdı bizi.
Yâdımda ezelî ve mor bir fecir memleketi gibi kalan doğduğum yeri gözümün önüne getirmek isterim.
yayın: Basılan ürünler, radyo, televizyon programı.
yayım: Basma işi, matbaacılık.
Kitap ve gazete yayımı işi, bizim can damarımızdır.
Radyo ve televizyon yayıncılığı, ciddiyet gerektiren bir iştir.
yar: Uçurum.
yâr, -ri: Sevgili, dost, tanıdık, yardımcı.
Kardeş kardeşi atmış, yar başında tutmuş.
Yâr yoluna dökülmedik dilleri neyleyim. / Yâr yâr / Seni kara saplı bir bıçak gibi sineme sapladılar.
yoksul: Fakir, geçinmekte çok sıkıntı çeken kimse.
yoksun: Mahrum, bir şeyin yokluğunu çeken.
O kadar yoksulmuş ki, rüyasında bile eline para değmemiş.
Sözlerimi dinlediler ve öyle cimrileştiler ki; kendilerini bile bir lokma yemekten yoksun bıraktılar.
yönetmelik: Talimatname.
yönetmenlik: Bir meslek adı.
Selçuk Üniversitesi Sınıf Geçme ve Sınav Yönetmeliği yürürlüğe girdi.
Yönetmenlik, sevgili Yücel Çakmaklı için âdeta biçilmiş bir kaftandı.
zabıt: Tutanak.
zabit: Subay.
Bu karanlık günler; senin gibi genç, ateşli, imanlı zabitlerin gayreti ile aydınlanacak.
Şimdi bir zabıt daha tutsam görev başında memura hakaretten, sülaleni yakarım senin.
zar: İnce perde veya örtü, saydam; çeşitli oyunlarda kullanılan ve küp şeklinde yapılan, her yüzünde birden altıya kadar benekler bulunan oyun aracı.
zâr: İnleyip sızlama, yakınma.
Bir tavla zarı kadar küçücük eve / Bir kadın iki çocuk nasıl sığar?
Eyvah ne yer, ne yâr kaldı./ Gönlüm dolu ah u kaldı.
zati: Zaten.
zatî: Kişiye has, kendine has, kişisel, özel.
Ben zati çarpılmışım, beni bırak da söyle bakalım; nasıl gideceksin dağın tepesindeki köye?
Zatî eşyalarıma lütfen dokunmayınız.