İslami ilimler içerisinde Kelam ilme, stratejik bir ilim olarak doğmuştur. Tabiatı, tamamen İslam toplumlarının sorunlarıyla örülüdür. Hem dışarıdan İslam’a yöneltilen saldırılara cevap vermek ve hem de içeriden Müslümanların doğru din anlayışlarının temel parametrelerini, ana ilkelerini ortaya koymak gibi bir görev taşır.
Kelam ilmi deyince, biraz da aklı kullanmak gelir. Aklı kullanmaktan maksat, düşünce üretmek ve insanlığın sorunlarına kapsayıcı çözüm önerilerinde bulunmaktır. Bu işi yapan kimselere mütekellim denilir. İşte mütekellimler, tarihsel süreçte dini düşüncenin gelişmesine büyük katkıda bulunmuşlardır. Bunlar arasında Ebû Hanife, İmam-ı Mâtürîdî, Eş’arî, Cüveynî, Bâkıllânî, Gazali gibi mütekellimler sayılabilir. Bugün bile Müslüman düşüncesinde onların her birinin bakış açısı hala etkili olmayı sürdürmektedir.
Kelamcılar, İslam dünyasında muhafazakâr selefi anlayışa rağmen, serbest tartışmaların yapıldığı bir ortam hazırladılar. Gerek sözel bağlamda gayr-i Müslim ve mülhitlerle ve gerekse kendini İslam’a nispet eden doğru yolun sapkın kollarıyla düzeyli ve saygı çerçevesinde kalmak şartıyla yaptıkları tartışmalarda daima çoksesliliğin bir senfonisini oluşturdular. Çünkü doğruya, ancak, çoksesliliğin neticesinde ulaşılabilir. Tartışmadan ve farklılıklardan korkmamak gerekir. Çünkü düşünce alanında verimlilik böyle elde edilir.
İslam’da akıl Allah’ın bir ayeti olup, O’nun varlığının en büyük delilidir. İşte her bir düzeyde kelamcılar, aklî içtihattan yana tavır sergilediler. İslam’a, vahyi devre dışı bırakacak mantıkçı pozitivist bir akılcılık kadar, katı ve muhafazakâr dinsel akılcılık da aynı oranda zarar verir. İslam düşüncesinin tıkanmasına yol açtığı gibi Müslümanların tarih dışı kalmasını sağlar. Bu alanda onlar İslam düşüncesine aktüel bir değer kazandırma anlamında akıl-vahiy dengesini çok iyi kurdular. Taklitçilikle mücadele ettiler. Amaçları, dini düşüncede donukluğa ve katı kuralcılığa geçit vermemekti. Bir yandan da dinin duygu ve gönül boyutunu asla ihmal etmediler. Aklın talepleri kadar gönlün taleplerine cevap verebilecek bir anlayış ortaya koydular. Elbette istisnai durumlar da olmuştur. Ama bu durum gerek Papa’nın ve gerekse oryantalistlerin iddia ettiği gibi genel düşünceyi gölgeleyecek bir boyuta varmamıştır.
İslam tefekkür tarihinde mütekellimler, vahyin imkânını ortaya koymada, inanç esaslarının ve dini sorumluluğun temellendirilmesinde asli kaynak olarak tefekkürden yana çıkarımda bulundular. Çünkü aklın/kalbin yatmadığı bir inanç, sallantıdadır. Mutlaka istidlâli bir temele oturtulması gerekir. Kuran’da geçtiğine göre Hz. İbrahim peygamberin, yeniden dirilişe “aklım/kalbim yatmadı” demesi, bunun bir örneğidir. Peygamberler, aklı kullanma yolunda da bizim için örnek olmuşlardır. Ayrıca, Kur’an’da müteaddit âyetlerde ölü olan tabiatın baharın yağmurlarla birlikte dirilişi anlatılırken, hemen arkasından dirilişiniz de böyle olacak diye eklenmesi, hep aklın kullanılmasına bir teşviktir.
Kur’an’ın itikadi âyetlerini akli açıdan yorumlayan İslam kelamcıları, Allah karşısında yapıp ettiklerinden sorumlu bir varlık olmanın “olmazsa olmaz” ilkesi olarak daima irade hürriyetini seslendirmişlerdir. Çünkü iradesini, Allah’tan başka varlıkların tekeline havale eden insanlar, doğru karar veremez ve düşünce üretemezler. Bu nedenle akıl tutulması yaşarlar. Onun için Kur’an hevâsını/şahsi kaprislerini ilah edinen kimseleri kınar. İnsan, sorumlu bir varlıktır. Sorumlu bir varlık olmanın araçları; akıl, özgür irade ve fiilden önce güç sahibi bir varlık olmaktır.
Düşünce dünyasında ana referans sistemimiz olan Kur’an ve Sünnet doğrultusunda bakış açılarımız netleşmişse, fikir pencerelerimizin farklı kültür ve dinlere açık olması zararlı değildir. Hatta faydalı sonuçlar bile elde edebiliriz. İslam’ın ilk yıllarında fetihler sayesinde Müslümanlar farklı din, kültür ve medeniyetlerle karşılaşmaları sonucu, hem İslam düşüncesine verimlilik getirmişler ve hem de İslam’ı yaşadıkları çağın mihveri yapmışlardır. Bugünkü dünyanın konumu, İslam’ın ilk yıllarını daha çok çağrıştırmaktadır. Bu sebeple bu çağın iletişim devriminden de istifade ederek temelinde emperyalist hedefler yatan küreselleşme olgusunu tersine çevirebiliriz. Dini düşüncenin yeniden teşekkülüne pencere açmaya çalışan Muhammed İkbal’in dediği gibi, her Müslüman her geceyi kadir gecesi bilir ve her âyeti yeniden kendisine nâzil olmuş gibi değerlendirerek yaşadığı çağı yorumlarsa, umuyorum ki biz, yeniden medeniyet bazında sıçrama yapabiliriz. İngiliz tarihçi A. Toynbee Osmanlı’yı değerlendirirken, “Osmanlı yıkılan bir uygarlığın adı değil; durdurulan bir uygarlığın adıdır. Eğer önündeki tarihi engeller kaldırılırsa, tekrar kaldığı yerden yürüyüşüne devam edecektir” diyor. Bu söz bağlamında düşünecek olursak, bugün geçmişte her biri Osmanlı hinterlandı içerisinde bulunan ülkelerin ümmü’l-vatan olan Türkiye’ye gönülden bakışlarının arka planını çok iyi okuyabiliriz. Biz o bakışlardan çok şeyler anlıyoruz. Yerine göre beden dili daha çok etkilidir. Önemli olan maddi sınırlar değil, gönül sınırlarını ortadan kaldırmaktır. Yavaş yavaş bayrama doğru yürüdüğümüz şu günlerde ramazan ayının hâsılatı bu büyük rüya üzerinde yeniden düşünmek ve proje geliştirmek olsun.
NOT: Değerli okuyucularımın idrak ettiğimiz Kadir Gecelerini ve idrak edeceğimiz Ramazan Bayramlarını şimdiden tebrik eder, bu günlerin Yüce Allah’tan beldemize, ülkemize ve İslam âlemine iyilikler, barış ve güzellikler getirmesini dilerim.