İslam, farklı kültürlerin bir arada yaşamasından yana bir rahatsızlık duymaz. Bunun en iyi ve görünür laboratuarı, İslam coğrafyalarıdır. Çünkü bu topraklarda asırlar boyu; İsevisi, Musevisi, Zerdüştü, Kıpti’si vb. bilumum farklı din ve kültürlere mensup insanlar iç içe barış içerisinde yaşamışlardır. Bütün bu farklılıklar temelinde oluşturulan toplumların dokusu, asla çatışmacı ve ayrıştırmacı olmamış, aksine, her bir kültür deseni, İslam medeniyetinin inkişafında düşünce verimliliğinin yegâne unsuru olmuştur. Çünkü dinamizm, biraz da farklı olanla sağlanır. Düşüncede sürekli bir istikrar, durgunluğu getirir. Bu nedenle aklın, fikir üretme yönünden geliştirilmesi gerekir. Nitekim İmâm-ı Şâfiî bir mısraında: “Ben, (akmayan) durgun suların bozulduğunu (kokuştuğunu) bilirim/Ama su akarsa temiz ve güzel olur”, demektedir. O, âtıl duran aklı ve düşünceyi kokuşmuş suya, işlevsel hale getirilen akıl ve düşünceyi de akar suya benzetmiştir. Bu açıdan meseleye bakacak olursak, nasıl ki bir insanın kendine özgü karakter farklılığı varsa, insan ürünü olan medeniyetlerin de dokusal anlamda farklılaşması gayet doğal karşılanmalıdır.
Yaşadığımız yüzyılda maalesef, doğrudan medeniyetler arasında değil ama medeniyetler üzerinden yürütülmeye çalışılan bir çatışmadan söz edebiliriz. Bu çatışmanın baş aktörleri arasında küreselleşmenin aktörleri durumunda olan büyük güçler yer almaktadır. Onlar, sadece İslam Dünyasında değil, bütün “güney” ülkelerinde de güç merkezli hegemonyalarını sürdürmek istemektedirler. Meseleye İslam Dünyası açısından bakacak olursak, Müslümanların birlikteliği karşısında global güçler, bütün hesaplarını yeniden gözden geçirmek zorunda kalacaktır. Çünkü medeniyetler arasında güç dengesini ancak, adalet temelli etkileşim ve ilişkiler gerçekleştirebilir. Eğer topyekûn İslam dünyası blokları arasında siyasi, harsî, içtimaî, fikrî vb. alanlarda bir dayanışma ve bütünleşme olursa, bu bütünleşme coğrafyalarımız üzerinde kötü niyet besleyenlerin projelerini yeniden gözden geçirmelerini gündeme getirecektir. Bu durumun çözümü, sosyal ve toplumsal hayatın her alanında tam bağımsızlık ve güçlü olmaktan, bilinç ve bilgi düzeylerini artırmaktan geçmektedir. Ne zaman ki halklarımız etraflarında olup-bitenleri fark etme bilincine ulaşırlarsa, ortak coğrafyamız üzerinde yürütülen bütün emperyalist oyunlar bozulacaktır.
İslam coğrafyalarında sömürgeci güçlerin bize dayattığı ‘çatışma’ temelli fikri ve kültürel yapıya nasıl direneceğiz? Bunun yolu ve yordamı, batı düşünce yapısını iyi kavramak, Batı’nın zaaf noktalarını deşifre etmek ve alternatif projeler ortaya koymaktır. Eğer biz, düşünce planında Batı’nın açmazlarını ortaya çıkarabilirsek sadece İslam dünyasında değil, Batı toplumlarının merkezinde de adalet ve hakkaniyete dayalı söylem, anlamlar haritasını değiştirecektir. Yaşadığımız yüzyılda ‘seküler’ bir öz taşıyan Batı toplumları kendi medeniyetlerinin ürettiği ‘hastalıklardan’ büyük bir sıkıntı duymaktadır. İslam dünyasının maddi anlamda güçsüzlüğüne rağmen, bizde hoşgörü, açıklık ve değerler çizgisi daima yukarı doğru çıkarken, Batı’da bu çizgi sürekli bir düşüş göstermektedir. Olaya, mantıksal açıdan yaklaşmak gerekirse, biz ne Batı ülkelerine bir alternatif ve ne de Batı ülkelerinin bize alternatif olmasını istiyoruz. Aksine biz, sadece kendimiz olmak noktasında ‘medeniyet özgürlüğü’ istiyoruz. Bugün, entelektüel düzeyde Doğ-Batı kültür ve düşüncesine aşina olmuş ve kendi medeniyet evreninden beslenen ve seslenen entelektüellerimize büyük ihtiyaç duyulmaktadır.
Bir iletişim çağında yaşıyoruz. Bilgi ve insana ulaşmanın hızı oldukça artmıştır. Bu avantaja ek olarak, Batı’da yaşayan İslam dünyasının yetiştirdiği ilim ve fikir adamlarına da büyük görevler düşmektedir. Nasıl ki Amerika’da ve Batı ülkelerinde farklı din, kültür ve medeniyetlere mensup halkların lobileri varsa, işte bunlar gibi, oralarda da İslam dünyası ile dayanışma lobileri oluşturabilir. Bu sayede kültürlerarası gerginlikler yerini yumuşamaya bırakmış olur. Çünkü gerginlik üretmenin hiçbir kimseye faydası yoktur.