Yazmadım 3-4 hafta boyunca.
Bir söz kendimi fark ettirdi kendime. Bir dosttan gelen.
“İncinen susar. Ta ki incinmenin acısı dinene kadar.”
O zaman incindiğimi ve bu yüzden sustuğumu fark ettim. Dolayısı ile de bekledim acısı dinsin diye. Yine aynı dost yeniden yaz, hatta bunu yaz deyince, acısını düşünmeden yazmak istedim yeniden.
İncitmemek kolay, asıl olan incinmemek demişlerdi ya büyükler. Bunu sordum başkalarına da. Kolay olmadığını söyleyenler olduğu gibi, imkânsız diyenler de oldu. Ancak madem bunu söylemiş bizden öncekiler, madem dillendirilmiş, o zaman bir yolu var diye inanıyorum ben hala.
İncinen yer neresi diye de sordum dostlara, nefs diyen de oldu, ruh diyen de. Ego diyen de. Muhtemeldir ama kim bilir.
İncinmeyi ne kolaylaştırıyor?
Beklentiler mi? Kendi algılamalarımız mı? Kendi dünyamızı dayatmak mı? Dayanıksızlık mı? Yok sayılmak mı? Hangi zaaflarımız? Bizi inciten bir durum başkasını incitmiyorsa, ya da başkasının incinebildiği herhangi bir şey bize olağan geliyorsa diğerleri ya da başkalarını bundan sorumlu tutamayız. Bize ait bir şey bu. Bize ait bir katman. Bize ait bir yara. Bize ait bir link.
Tam da bu durumda hissettiklerimizi fark edip sorumluluğunu alabiliyorsak değişim başlamış demektir. Acı versin. Acıdan kaçınmak yerine başa gelenin çekilmesi en iyisi. Dünyadaki duyulabilecek en sıradan ama en yararlı laflardan birisidir: “Başa gelen çekilir”.
O zaman gidip şu incinen yere bir bakalım. Ne diyor? Neye incinmiş? Neden incinmiş? İncinince nasıl tepki vermiş? Dinleyelim onu. Dikkate alalım. Önemseyelim. Hatta daha iyisini söyleyeyim size, orayı bir başkasına, doktoruna gösterelim. Bir cerraha temizletelim yarayı. Daha kolay daha faydalı.
Ben benimkinin üzerinde düşündüm ve konuştum. Paylaştım. Anladım. Kabullendim. Bir dahaki sefere aynı nedenle incinmeyeceğimi umuyorum eğer yara iyileştiyse. Değilse yeni bir operasyon gerekecek. İllaki iyileşinceye kadar. Öyle olsun diye niyaz ediyorum ve umuyorum.
İncinmek neden suskunlaştırıyor?
Bazen saldırganlaştırabilir de. İncinmek bir kriz anı. Ve insanların kriz anındaki tepkileri de farklı olacaktır. O zaman sahip olduğumuz kendiliğimize göre öğrendiğimiz model, oluşturduğumuz şema ile tepki vereceğiz. Suskunluk hangi olgunluk ölçütü, aşağıda mı yukarda mı diye sorunca kendime, aklım yetmedi ve mihenge sormaya karar verdim. Şöyle dedi:
Kargalar, güz mevsimi otağlarını kurdular mı, bülbüller gizlenir ve susarlar.
Çünkü gül bahçesi olmayınca, bülbül sükût eder. Güneşin kayboluşu, uyanıklığı öldürür.(Mesnevi).
Suskunluk ta bir anlamda kendini ifade biçimi. Madem her şey zıddıyla anlaşılır. Madem yokluk varlığın zıddı ve aynası. O zaman suskunlukta bir konuşma biçimi. Ancak zor ve dayanması güç. O da anlaşılma ihtiyacından kaynaklanır. Ve belki de o yüzden aşk susarak konuşabilmek denmiştir.
Susmak bir anlamda da kendini kınamak gibi. Büyümediğini ve hala çocuk olduğunu fark edince birden, çocuğun utanması gibi. Oradan uzaklaşıp öteki odada büyümeyi beklemek gibi. Dayanıksızlığını anlayıp görünmez olmayı tercih etmek gibi. Çocuksu bir yanı da var.
Zira:
Yemek yemek ve nükte söylemek, kâmile helâldir; madem ki sen kâmil değilsin yeme ve sükût et!
Çünkü sen kulaksın, o dildir; o senin cinsinden değil, Tanrı, kulaklara “Ansitû” buyurdu.
Çocuk önce, süt emme kabiliyetinde doğar, bir müddet susar ve tamamı ile kulak kesilir.
Lâkırdı söylemeyi öğreninceye kadar bir zaman dudağını yumması, söz söylememesi gerekir. (Mesnevi).
Asıl olan incinmemeyi öğrenmek. Hala buna inanıyorum.
Turuncu yalnızlıklara
Esirken şehir
Oluklarımdan dökülüyorum
Bir yağmur misali...
Pencereme çarpan
Soluksuz kelebeklerin telaşında
Biriktiriyorum
Uzun yollardan gelmiş
Ertelenmişlikleri...
Sonra birdenbire ayaklanıyor
Gözlerimdeki tüm seyirciler
Kulaklarımda ellerinin tınısı
Dolaşıyor...
Ve ben o zaman
İncinmiş sözcüklerle
Susuyorum(Laleha.)
Bir de Alvarlı Efe Hz. lerine sorup öylece bitirelim:
âşık der incidenden
incinme incidenden
kemalde noksan imiş
incinen incidenden…