Köylü bir zat haftada bir gün pazar dolayısı ile gittiği şehre inmeye hazırlanıyor yine... Heybesine yolda yiyip içebileceği mevsimine göre kavun, karpuz türü kendi ürünlerini koyar… Şehir epey uzak… Yoldaşı ise artık yaşlanmış emektar merkebi… Nalları eskimiş onları da yenileyecekler… Haftalık erzak alınacak ve tekrar köye dönülecek…
Hayırlısı ile yola düşer… Pazaryolu dolu o gün. Köylünün çoğu akın akın pazara gitmekte. Hepsinin heybesi dolu, az gider uz gider yol bitmez yük ağır yese hepsini yiyemez…
En iyisi yükünü hafifletmek… Ama nasıl? Öylece bıraksa arkadan gelenler alır… Aklına bir hinlik gelir bu arada; hiç kimsenin almaması lazım, nasıl yapmalıdır…
Hinlik dedik ya… İçinden bir anda değişik düşünceler geçer ama en parlağını uygulamaya başlar... Ben bunları keseyim, merkebin sağına, soluna sürter atarım benden sonra gelenler yese de fark etmez.. Köye dönünce sorarım yemişler mi diye ve sonra yaptıklarımı bir güzel anlatırım.
Heybedeki kavunu karpuzu dilimleyerek sürer merkebin sağına soluna arkasına önüne ve atar yol kenarına.
Pazara gider, işini bitirdikten köyüne dönmek üzere yola koyulur… Yolda acıkır heybesindekiler hemen yenecek şeyler değildir… Susamıştır ama su da yok… Kendi kendini telkin yoluna gider… “idare edelim bakalım” der… Ancak pazarda yediği köpük helvalı tahin yakar da yakar ağzını… Her dakika kurumaya başlar susuzluktan... Dayanılacak gibi değil… Bu arada dönüş yolunda kesip merkebin sağına soluna sürdüğü kavunun karpuzun yanına doğru gelmiştir artık… Aklından geçenleri yapmak istemese de mecburdur ve çok susamıştır... “Yok, canım daha neler, olmaz” derken “zaten kim gördü attıklarımı, toplayıp şöyle bir kontrol ettikten sonra… Bunu da sürmediydim şunu da sürmeden attım” diyerek kendini kandırarak gelişte attıklarını dönüşte yemeye başlar…
Bu hikâyeyi niçin anlattım size? Geçtiğimiz günlerde ilçemize namı değer bakanımız ‘aslanlar gibi satarım’ diyen Unakıtan’ımız geldi… Sattığı yer ne alemdeydi görmeliydi…
Bakan tesislerin sahibi Cengiz kardeşlerin haddehane aşılışı dolayısı ile teşrif etmişti ilçemize…
Tabiî ki eşraftan bir sürü insan vardı. Dün sattırmam diyenlerden, oraya buraya sinkaf edenlere kadar… Kimler vardı kimleeer…
Bu zatlardan birisi; ki o kendisini iyi bilir..
Demişti ki.! “Bacaya çıkar kendimi atarım.. falan feşmekân…” Kendine yanlış yoldasın diyenlerin hepsine demediğini de bırakmamıştı o kendisini bilen adam...
Ekmek davası ya, bu insanları toplamış sokaklara dökmüş, bağırmış çağırmış… Hepsi inanmışlardı… “bu bizim hakkımızı korur, ne dediyse doğrudur. Dediğini yapalım kurtarıcımız budur” demişlerdi... Denize düşen yılana sarılıya hani…
Yeni patron “çalışmak isteyen varsa buyursun” dediği halde diretmişti bu zat… “Olmaz dedük yaa” inadıyla etmediğini bırakmamıştı; heyhaaat… Gelinen nokta ise bugün ortada... Geçenlerde bir merasimde yine konuşurken o eski manzarayı hatırlayıp da kızanları görmüştüm. “Vay bee, adamda yüz yok, astarı yırtık” diyenleri duyuyordum…
Bakanın ziyareti sırasında “namı resmi” bir büyüğümüzün “namı bitik” bu zata ‘şu adamı görünce’ diyerek başlayan bir cümleyle, yanındakine söylediklerini duyunca ‘ne yüz varmış be’ demekten kendimi alamadım..
Astarı yırtık bu adamın her platformda, özellikle de dün sinkaf ettiği kişilerin yanında hiçbir şey yapmamış gibi pişkinlikle dolaşması, bana nedense yukarıda anlattığım hikayeyi anımsattı.