Bizim anlayışımıza göre “dini çoğulculuk” fikrinden amaç, bütün dinlerin eşit düzeyde hak din olduğuna inanıyorum anlamına değil, birlikte yaşamada “öteki”nin varlığını bir realite olarak kabul etme anlamınadır. Bugün nice Müslümanlar, kendi ülkelerinde ya da onların ülkelerinde farklı din mensuplarıyla komşu olarak yaşamakta ya da evrensel ölçekte insanlığa hizmette birlikte mücadele vermektedirler. Örneğin, ilhadî akımlara karşı birlikte mücadele vermekte, sosyal adaletsizliğe, ifade hürriyetini kısıtlayıcı politikalara, işgal ve savaşlara karşı birlikte tepki gösterilmektedir.
Öte yandan, İslam noktai nazarında hak din İslam’dır. Buna rağmen, her dinin tabiilerinin, kendi dinlerini hak din olarak savunma hakları da vardır. Eğer ifade hürriyetinden yana isek, bu realiteye saygı duymak gerekir. İslam, farklı kültür ve din mensuplarıyla bir arada yaşamaktan bir rahatsızlık duymaz. Bunun en iyi ve görünür laboratuarı, İslam coğrafyalarıdır. Çünkü bu topraklarda asırlar boyu; İsevisi, Musevisi, Zerdüştü, Kıpti’si vb. bilumum farklı din, felsefi inanç ve kültürlere mensup insanlar iç içe barış içerisinde yaşamışlardır. Bütün bu farklılıklar temelinde oluşturulan toplumların dokusu, asla çatışmacı ve ayrıştırmacı olmamış, aksine, her bir kültür deseni, İslam medeniyetinin inkişafında düşünce verimliliğinin yegâne unsuru olmuştur. Çünkü dinamizm, biraz da farklı olanla sağlanır. Düşüncede sürekli bir istikrar, durgunluğu getirir. Nitekim İmâm-ı Şâfiî bir mısraında: “Ben, (akmayan) durgun suların bozulduğunu (kokuştuğunu) bilirim/Ama su akarsa temiz ve güzel olur” demektedir. O, âtıl aklı ve skolastik düşünceyi kokuşmuş suya, işlevsel hale getirilen aklı ve yenilenen düşünceyi de akar suya benzetmiştir. Bu açıdan meseleye bakacak olursak, nasıl ki her insanın kendine özgü karakter farklılığı varsa, aynı şekilde insan ürünü olan medeniyetlerin ve kendisini ilahi bir kaynağa dayandıran dinlerin de dokusal anlamda farklı karakterleri vardır. Kaldı ki, çoğulculuk, kevni yasalardan bir yasadır. Çünkü Yüce Allah, varlığı, çeşitli renklerle yaratmıştır. Tabiat, renkler adedince farklıdır. Bitkilerde, hayvanda, kuşta, dağlarda, ovalarda sahralarda, siyah ile beyaz arasında, sarı yeşil ve kırmızı arasındaki çeşitlilik, beşerden önce mevcut olan esastır. Orada yine gece ile gündüz farklılığı, renk farklılığı ve yiyecek nesnelerinin farklılığı vardır. İhtilaf ve çeşitlilik, tabiatın ve kâinatın sünnetidir. Kavimlerin, halkların, dillerin, meşreplerin, metotların, diyanetlerin, mezheplerin ve inançların farklılığı noktasında insanlar hep birbirinden farklıdır. Ağacın gövdesi tektir ama çok olan kolları semaya yayılmıştır. Çeşitlilik kâinatın sünneti ve tabiatın kanunudur. Hayat tek bir hücreden doğar, daha sonra da çoğalır. Hayret edilmesi gereken, bu farklılığı ve çoğulculuğu görmemektir.
Günümüzde çağdaş Batı toplumlarında farklı din ve felsefi inançlara mensup azınlıklar, toplumun büyük bir parçasını temsil etmektedirler. Dini öğretilerini yaşamaları, bu azınlıkların haklarındandır. Maalesef bugün Batı uygarlığı, hoşgörüye karşılık fanatizme, genişliğe karşılık darlığa, diğer din ve farklı ırklara nefrete kayıyor. Geçmişte, ‘öteki’ni tanıma, saygı gösterme özgürlüğü ve tolerans gösterme tahammülünü, bugün kaybetmeye başladı. Bunun en açık örneği, Danimarka gibi bazı Batı toplumlarında Hz. Peygamber’e karşı çirkin karikatürlerle tezyif etme girişimlerinin başlamasıdır. Hatta dün, Batı toplumlarında “öteki”ne tolerans temeline dayalı bakış açısı, bugün yerini tehdit algılamasına bırakmıştır. Karikatür krizini protesto eden dünya Müslümanlarının verdiği tepkiler, aynı çevreler tarafından müsamaha içinde karşılanması gerekirken, fikir özgürlüğüne darbe olarak yorumlanabilmiştir. Yine aynı çevreler, Rusya’nın Gürcistan’a saldırısında ayağa kalmışken, Siyonist İsrail’in Gazze’ye saldırısı karşısında kör, sağır ve lal kesilmişlerdir. Darfur için sesini yükselten uluslar arası cinayet mahkemesi, yıllardır milyonlarca Müslümanın katledildiği Irak ve Afganistan halkları hakkında sessiz kalmıştır. Batı tarafından Müslüman toplumlara karşı, çifte değil, çok yüzlü bir standart izlenmektedir. Çünkü batı ile Müslüman halklar arasında doku uyuşmazlığı vardır. Bu gayet doğaldır. Bu doğallık hiçbir zaman, “öteki”ne yaşama hakkını ortadan kaldırma gibi bir yola girmemeli ve inançlara saygılı bir tutum takınmaya engel olmamalıdır.
İslam, ister Müslüman olsun isterse olmasın insana saygı duyar ve onu Allah’ın yarattığı en şerefli bir varlık olarak görür. Bir defasında Hz. Peygamber, önünden geçen bir cenaze için ayağa kalkmıştı. Kendisine “bu bir Yahudi cenazesindir” diyenlere karşı, “bu bir insan değil midir?” şeklinde cevap vermişti. Bu muhteşem ifadeden yola çıkarak söylemek gerekirse, tarih boyunca Müslümanlar, farklı din mensuplarının ve dinlerinin varlığını bir realite olarak görmüşler ve saygı duymuşlardır. Çünkü İslam, bütün bir beşer için adâleti getirmiştir. Gerekirse, kendi içinde tebaası olan bir Yahudi’nin ve Hıristiyan’ın hakkını savunmaktan çekinmez ve çekinmemiştir de. O halde dini çoğulculuktan maksat, bütün dinlerin eşit düzeyde hak oldukları iddiası değil, ötekinin varlığını bir realite olarak tanımaktır.