Diriliş, ölmüş bir canlının yeniden hayat bulmasıdır. Dirilmek için ölmek gerekir. Belki de bundandır; diriliş deyince, kıyametten sonra yaşanacak büyük dirilişi hatırlarız ve çoğu kez “yeniden diriliş” biçiminde tanımlarız bu olayı.
“Yeniden diriliş” adlandırması, ister istemez ilk veya önceki “diriliş”i düşündürür bize. Onu düşününce de “diriliş”in bir çeşit “deriliş” olduğunu hatırlarız. Canlı dediğimiz varlığın canlı olarak görünebilmesi için birtakım hücrelerin, dokuların, organların derilip toplanması, bir araya ge(tiri)lmesi ve bu oluşumun “can” denen esrarengiz varlık veya nitelikle donanmış olması gerekir.
Can için esrarengiz sıfatını boşuna kullanmadım. Deviniyor oluşlarıyla bizde canlı izlenimi uyandıran mekanik, otomatik, elektronik bütün cihazlarda onları devindiren çark, yay, zemberek gibi gerilen veya kurulan düzenekler; pil, akü, elektrik gibi hareket sağlayıcı enerji kaynakları vardır. Bu düzenek ve kaynaklar olmadığı zaman, o cihazlar çalışmaz. Oysa bir kelebeğin uçuşu için kelebek olmaklık, bir bebeğin gülüşü için bebek olmaklık, bir kuşun uçuşu için kuş olmaklık yeterlidir.
Makine gereçlerinin derlenip bir araya getirilmesi, insan zekâsının binlerce, yüz binlerce yıl süren çabasının ve birikiminin sonucudur. İnsan bu çabayı ve birikimi, kendi vücudu başta olmak üzere “doğa” denen müthiş ortamı gözleyerek, anlamaya ve çözümlemeye çalışarak, taklit ederek ortaya koymuştur. Doğa dediğimiz ve bir ucu evren genişliğine açılan bu ortamın, bu imkânlar hazinesinin yasaları, geleneğimizde “sünnet-i ilâhî” adıyla anılır. Böylece doğal olanla tanrısal olanın çelişen, çatışan şeyler değil, tam tersine uzlaşan, kaynaşan şeyler olduğu söylenebilir. Bunun için İslâm uygarlığının kurduğu toplumlar ve kentler, doğa ile uzlaşmanın ve kaynaşmanın güzel örnekleriyle doludur. (Geçmişimiz hakkında öyle bilgisiz, öyle kör önyargılarla doldurulmuşuz ki…)
Bilimi ve düşünceyi “kilise”ye karşı direnerek, hattâ savaşarak özgürleştirmiş olan Avrupa uygarlığı, doğayı tanrısal bir olgu saymak yerine, bir çeşit “düşman güç” bellediği için, ürettiği bilim ve uygulamalar, doğanın dengesini bozan ve işleyişini küresel ölçekte tahrip eden vahim sonuçlar doğurmuştur. Bu sonuçlara dikkat çeken, yöneticileri uyarmaya çalışan bazı bilim adamlarının Amerika’da ve Avustralya’da susturulmak istendiğine ilişkin haberler, gazetelere yansıdı. Ülkemizdeki üniversitelerden, insan hakları örgütlerinden bu hak ve özgürlük ihlâllerine karşı tepki gösteren oldu mu, bilmiyorum.
Yarı küremizde bahar mevsiminin ucunun göründüğü, doğada görkemli bir diriliş senfonisinin ilk ezgilerinin işitilmeye başlandığı şu günlerde; kendimiz adına, kentimiz adına, ülkemiz adına, bölgemiz adına, tüm insanlık adına, yerküre adına; çürüyüşü ve çürütüşü durdurmak için, dirilişi ve diriltişi sağlamak ve geliştirmek için, ülkemizde Diriliş düşüncesinin alçakgönüllü öncüsü Sezai Karakoç’a kulak versek, onun şiirlerini, yazılarını okusak, onların ruhumuza ve kalbimize yükleyeceği besleyici, coşturucu güçle donansak, ne güzel şeyler olacaktır! Orada özümüzü onaracak, gürleştirecek sözler var.
Zihnimizi işgal etmekte, vaktimizi öğütmekte olan bir yığın gereksiz işten kurtulup doğada dönmekte olan diriliş değirmenine özenerek; evlerimizde, okullarımızda, sokaklarımızda, bireysel ve toplumsal diriliş değirmenleri kursak, diyorum. Sezai Karakoç’un, ezelî ve ebedî diriliş kaynağından beslenmiş olan eseri, bütün değirmenlerimizi döndürecek bir rüzgâr olarak esip duruyor. Bu rüzgârı duymak için, kulaklarımızı işler hâle getirmemiz yetecektir. İnşallah, kulaklarımız iş göremeyecek kadar sağırlaşmamıştır!