Ahmet Hakan Coşkun 27 Ocak 2008 tarihli Taraf gazetesiyle bir röportaj gerçekleştirdi. Ona göre: “İslâmî kesimlerin farklı tonları (O, bu bağlamda Yeni Şafak ve Zaman’ı zikrediyor.) birbirileriyle asla ve asla çekişmez ve hesaplaşmaz.” Bunda eleştirecek ne var? Çekişmek ve hesaplaşmak olumlu bir şey mi ki? Vakit Gazetesi'ne yönelik içeriden bir eleştiri yapılmadığı itirazı da yerinde değil. Haksöz dergisi, Vakit’in sola gösterilen müsamahanın niçin İslâmî kesime de gösterilmediği şeklindeki “Bize zulmediyorsunuz, onlara niye etmiyorsunuz?” yaklaşımını “dostça” eleştirdi. Ne var ki, şehitlik kavramı konusundaki tutarsızlığında olduğu gibi Vakit bu konuda da kendini gözden geçirme ihtiyacı hissetmiyor. Hürriyet yazarının, Vakit’in “tam bir provokasyon aracına dönüşmüş durumda” olduğu iddiası ise daha ziyade Doğan Medya Grubu gazetelerine yakışır.
A. H. Coşkun’un Vakit yazarı Hasan Karakaya’nın üslubuna eleştiri yapılmadığı itirazında haklılık payı olduğunu söylemeliyim. 28 Şubat döneminde ağza alınmayacak sözlerin yer aldığı “Emine Bacı’dan (Şenlikoğlu’nu kastediyor) özür diliyorum.” kaydıyla yazılar yazdığını hatırlıyorum. Ne yazı ki, o dönemde koca koca adamlar o tür sövgü dolu yazıları ceplerinde gezdirir heyecanla çay sohbetlerinde okurlardı.
Köşe yazarı: “Başörtüsü, din-iman gerilimi tamamen sona erse, bu gazete (Vakit) ortada kalmayacak.” diyor. İyi de o zaman Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet kalır mı? “Fitnenin yeryüzünden kalktığı” muhal bir dönem gelir de dünyada ilahî imtihan biterse tabii ki.
A. H. Coşkun: “Hürriyet hakikaten etki gücü çok fazla olan bir yayın organı. Kolay kolay bırakabileceğimi sanmıyorum” diyor. Demek ki “güçlü olan” ile birlikte olmak onun için önemli.
Taraf’ın: “Sempati duyduğunuz bir düşünce yok mu hakikaten?” sorusuna “Belli bir düşünce, mahalle yok. Kendimi o anlamda son derece rahat ve özgür hissediyorum.” diyor. Sanırım bu sözlerinden yola çıkarak onu “vadilerde boş boş dolanan ve yapmadıkları şeyleri söyleyip duran şairlere benzetmemizin” bir sakıncası yoktur.
“Bir insanın solcuyum veya Müslümanım demesi yetmez. Bir sürü cümleye sahip olmak lazım” diyor A. H. Coşkun. Kendisine “Allah'a davet eden, salih amel işleyen ve: ‘Ben gerçekten Müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 41:33) ayetini hatırlatmakla yetinelim.
Yazarımız hayatı boyunca kendisini sola daha yakın hissettiğini, İslamcılığın da sola daha yakın olduğu fikrinde olduğunu belirtiyor. Yani önce sol sonra İslâmcılık. Röportajın ileriki bölümlerinde A. H. Coşkun: “Bana dönek diyorsan döneğim, ne yani, so what? İnsanlar doğar, yaşar ve fikir değiştirir, bundan daha doğal ne olabilir?” diyor. Bu durumda sormamız gerekiyor: Hayatınız boyunca kendinizi sola yakın hissettiyseniz nasıl dönek olabilirsiniz ki? Ayrıca hem sola yakın olduğunuzu hem de kapitalist bir medya patronunun işçisi olmayı kolay kolay bırakamayacağınızı ifade etmeniz de neyin nesi?
A. H. Coşkun: “Ben İslami kurallara tam olarak uymasam da İslami ideolojiye sahip biriydim ama sonra bir İslami devlet modelinin çok sorunlu olduğunu, İslam'ın kendisi içinde de böyle bir şey önerilmediği fikrinin daha doğru olduğunu gördüm.” diyor. İslâm bir düzen fikri sunmuyorsa başka bir düzen fikrini savunmak da yazarımıza göre sorunlu olmalı. Yani en iyisi düzensizlik!
Taraf soruyor: “Mesela Mustafa Karaalioğlu veya Ekrem Dumanlı'ya Hürriyet'te iyi bir sayfada köşe yazarlığı teklif edilse ne yaparlar sizce?” Cevap şöyle: “Özel olarak onlar için konuşmuyorum ama ‘Bu herif bizi sattı.’ diyenlere bu tür teklifler götürmek lazım. İlkesel nedenlerle böyle bir pozisyonu kim teper, denemek gerekir.” Yani makam ve mevki ile onları da imtihan edelim. Onlardan da dönekler çıkarsa “Demek ki doğru yoldayım!” diyecek! Velev ki, onlar Hürriyet’te yazmayı tercih etsin, A. H. Coşkun gibilerinin sayılarının artması onun ahirette kurtulanlardan olmasını mı sağlayacak?