Dün sabah, Diyanet Takvimi’ne baktım. 23 Nisan 2006 Pazar gününün yaprağında “TBMM’NİN AÇILIŞI (1920) Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” yazılıydı. Efe Hazretleri Takvimi’nde ise bayramın adı biraz değişmiş, “Millî Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olmuştu. İlgili yasada bayramın hangi adla geçtiğine bakmaya üşendim.
Belediye otobüsü yaklaşırken, dolu olduğunu görüp durmayacak mı yoksa, kaygısını yaşadım. Bereket versin, durağa yanaşıp durdu. Güçlükle binebildik. İkinci yolcu da bayram törenlerine gidecek biriydi. Otobüsü dolduranların çoğu, bayrama katılmak için folklor kıyafetleri giyinmiş ilköğretim öğrencileriydi. Şunu sordum kendime: Okul yöneticileri, bu çocukları stadyuma taşıyacak bir araç bulamazlar mıydı? Birkaç durak sonra, durakta bekleşen başka çocuklar gördük. Otobüs durağa yaklaştı ama onları almadı. Şoför pek yardımsever biriydi: Çocuklara seslenip gelecek otobüse binmelerini söyledi!
Böyle durumlarda hep olduğu gibi “İlerleyelim! Arkada boş yer var!” diyenler ve “Nereye, nasıl ilerleyelim?” diye karşı çıkanlar oldu. Herkes haklı görünmekle birlikte, otobüsün ortalarında bilmem kaç kişiyi daha alacak boşluklar olduğu kesindi.
Stadyumun önünde indim. İki gazete aldım. Birini okumayı, ötekinin üzerine oturmayı düşünüyordum. Delikanlının biri, insanlar üzerine otursunlar diye, kare biçiminde kesilmiş iki santimetre kalınlığında sert beyaz köpükler satıyordu. Çok sayıda polis vardı. Güvenlik ve trafik hizmetini görüyorlardı. Stadyuma girdiğimde çok az kimse vardı. Oturaklar bana çok kirli göründü. Şunu sordum kendime: İlgililer bunları sildiremez miydi? Biri, kâğıt mendiliyle oturağı temizlemeye çalışıyordu. Ben gazetenin birini altıma serip oturdum. Ötekine bakacaktım ki, müzik başladı: İngilizce bir şarkı! Şunu sordum kendime: Ulusal bir bayramda bu şarkı yakışır mı?
Bundan daha yakışıksız olan şey, sesin yüksekliğiydi. Başka bir tuhaflık da çevremdekilerden hiçbirinin bundan rahatsız olmuşa benzemeyişiydi. Yer değiştirerek hoparlörden uzaklaşmak istedim. Birinden uzaklaşırken öbürüne yaklaştığımı gördüm. En iyisi, ben açık tribünlere gideyim, orada ses bu kadar tahriş edici olmaz, dedim. Oraya doğru ilerlerken, ilk sırada dizili ve üzerinde “POLİS” yazılı oturakların hemen hepsinde görevli polislerin oturmakta olduklarını gördüm.
Açık tribünlerde oturaklar daha da kirliydi. Gazetelerden birini altıma serdim ve oturdum. Ötekinde manşetin üstünde şu cümle yazılıydı: “Milli Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir / DEVREDİLEMEZ”. “Milli egemenlik” demişseniz “milletindir” demenize ne gerek var?” Ne tuhaf! Bir parti başkanının sözü: “Lozan deliniyor, Sevr hortluyor.” Ne tuhaf! Durmuş Hocaoğlu’nun yazısında ilk cümleyi anlamak için zorluyorum kendimi. Ne tuhaf! Ben onu daha nitelikli sanırdım.
Tuhaf bir başlık: “Bugünde, çocuk olmak”. Yazıda şu tuhaf cümleler: “Ulu Önderimizin büstü önünde bizi izlediğini düşünerek en güzel şiirlerimizi ona okur, gururlanırdık…/ O her şeyi görür bilirdi. O çocukları en çok sevendi, izinden gitmeye inandığımız Ulu Önderimiz, Atamız, O bu bayramı bizlere armağan edendi.” Bu hanım, bunları gerçekten, inanarak mı yazmış? Çok tuhaf!
O gazeteyi katlayıp altıma alıyorum. Ötekine bakıyorum. Tuhaflık yarışına çıkmış haberler… Engin Ardıç’ı okuyayım en iyisi: “Bugün çocuk bayramı değildir”.
“Türkiye’de egemenlik kayıtsız şartsız milletin, ama azıcık da bürokrasinindir. Eh bu durumda azıcık da kayıtlı şartlı olur tabii. / Egemenlik yedi kere kayıt ve şart altına alınmıştır: 1923, 1925, 1930, 1960, 1971, 1980 ve 1997 yıllarında.”