Dünya Tatlısı Öğrencilerimden-3…

Şakir Tuncay Uyaroğlu

 

Kemal Özeren

S.Ü. Edebiyat Fakültesi

Arap Dili ve Edebiyatı

Kim Bilir…

Pişmanlığın yüzünü uzun bir zaman sonra göreceksin. Gök yüzlü aylar gülümserken melânkolilerle... Ve sen taş plâklar dinleyeceksin asırlık gramofonlardan... Radikal fikirlerine gece yarısı fırtınaları saldıracak; kim bilir... Ve yarım kalan son anlarını, göz damarlarının yüzüne çizdiği o patika yolda arayacaksın.

Ellerin, bir ucu sonunda görünen masum bakışlarının altında, utangaç bakışlarını öyle bir izleyeceksin ki... Durmadan söylenen anlamlı sözlerin kurşunlara diziliş emrini, kendi yüreğine vereceksin. Ve sonra, pişmanlığın yüzünü uzun bir zaman sonra arayacaksın. Bir daha ne gülüşmek (sevişmek) gelecek aklına gece yarıları, ne de yeni anlamlı sözler söylemek için yoracaksın kendini.

Eline aldığın o değersiz anları harcayacaksın birer birer. Gözlerinde radikalliğin mahzun öfkesiyle ve kanadına öyle bir dokunacaksın ki, o masum kuşların uçmaya cesaretsiz kalacaklar ve kanatlarına rağmen özgürlüğü gömüp gönüllerine, yeni zindanların o kuytu köşelerinin kokularını soluyacaklar, işte öyle sevecen…

Ve boşluğa bırakırken kendi yüreğini, tutunması için yalvaran ellerinin sonuna geliyor uçurumlar. Ve tutma! Ben de ellerimi bedenime bağlıyorum, diyetimi ödüyorum işte; bu sevda, bu aşk adına. Ya senden sonra konuşulsun yeni baharlar ya da herkes sussun, yalnız sen konuş.

Hani oyalarla işlenmiş eşarbının o derin çizgileri var ya; işte gözlerim orada, senden istediğim gözlerimi gözlerinle orada ara, her yıkımdan sonra hayat bulduğum kuytu yüreğinde ara beni. Ve yorganını öyle bir çek ki üzerine, seni seyrederken buradan, içimden bir gecenin yılmaz aydınlığı olmak geçsin ve bir de; hani gökyüzünde bir bir saydığımız, adına adımızı verdiğimiz yıldızlar olmak geçsin.

Seni özlemeyi bedenime saplanan o ince sızılardan öğreneyim ve sevmeyi öğretsin bana yıkıntılar arasında duran o yanık yüreğinin resmi ve aynaya düşürülmüş ayrıntılı satırları okuyarak düşeyim yollarına; sana gelmeyi yalnız ben değil aklım da istesin.

Yaşamak kıyılarımı yoruyor artık, ama yorgunluklarıma seni ekledikçe içime doğan o dalgaların geldiği yeri düşünüyorum hep. Gözlerine benzeyen o hırçın dalgalanmaların kendini hazırladıkları durgun zaman anlarını. Örteceğim bütün bedenimi kızgın kumların ateşiyle; neden biliyor musun? Sırf dalgaların sahilde beni bulsun diye ve sırf serinliğin o şefkatli sessizliği olsun diye.

Pişmanlığın yüzünü uzun bir zaman sonra göreceksin. Yemin etmek duygularını kabartıyor, ya sonrası, sonrası yok onu da biliyorum. Yemin edenlerin düştüğü o boşluğa sen de düşeceksin ve hep yaşamadıklarına ettiğin yeminler için ağlamak sana uzun upuzun gelecek. Anlıyor musun diye sormayacağım; çünkü anlamış olmanı beklemediğim gibi, yalnızlığı düştüğüm gece matemi satırlarıma, yalnız yalın yüreklilerin koşacağını ve yalnız yalın ayaklıların öleceğini biliyorum ve hep bileceğim.

Yaşamak kıyılarımı yorarken, ben seninle yorulmanın hesaplarını düşeceğim dijital göstergeli sütunlara ve Picasso’ya inat bir çizimle sevdamı çizeceğim kalbine. Ha! Bir de bütün sevdalara inat yalnız bir sevdayı yükleneceğim ve sen pişmanlığın yüzünü uzun bir zaman sonra göreceksin, sadanat-ı kelâmların tutunup orta yerinden. Acıyla! 

Şaziye Kalpaklı

NEÜ Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesi

Biyoloji Öğretmenliği

Ben ki…

Belki bir gün, bir ağacın dalında asılı bulunan yaprağın hüznünde, düştüğü anki korkusunda ve ayaklar altında ezilmişliğinde bulabilirim hayallerimi. Ya da bir çiçeğin sabahın ilk ışıklarındaki ürkekliğinde, üzerinde tir tir titreyen çiğ damlasında bırakabilirim ümitlerimi.

Ben ki… Dün gibi doğuşum, gözümü ilk açışım ve ilk göz çırpışım dünyaya. Ağlamam karışmış diğer insanların gözyaşlarına. Aldığım nefesim ve ilk gördüğüm insan yüzleri. Unutuşlarımla devam eden aldığım nefesim, bir öncekinden habersizce süren giden bir hayatı sürüklemişim arkamdan.

Ben ki… Habersizdim geldiğim dünyadan, acaba o benden haberdar mıydı omzumda ne kadar yükle geldiğimden. O mu bana ağır geldi, yoksa ben mi ona; karar verememiştim, hâlâ da bilmiyorum. Soramazsın ki bazı şeyleri, sadece cevap ararsın belki; çok uzağında ya da yakınında. Bunu bile bilemezsin.

Her şeyi bilmek ve görmek ister insan, her an ne hissettiğini kelimelere dökmek ister; öyle an gelir ki, ben bunu hissederdim diyemez insan. Sanırım, burası kelimelerin kifayetsiz kaldığı o yer. O yüzden; her şeyi anlatamaz dil, anlamaz akıl, bir akışın içine aktıysa dünyan, sen de bu yöne akmalısın. Çünkü, senin gelişinle akmaya başlamadı ve senin gidişinle de durmayacak dünya.

Ben ki… Sorgulardım her şeyi. Anlam yüklemek gerekirmiş gibi her şeye. Bir isim koymak isterdim zincirlenmiş isteklere ya da fazlasıyla serbest bırakılmış arzulara. Gerçekten bu mümkün müydü? Her şeyin bir ismi var mı hayatta? Zamanın akması bir isim mi, görülebilir mi ve görünmeyen bir şey nasıl etki ediyor böyle bana? Elini tutmaz, hesap soramazsın. O senin değil, sen onun değirmeninde öğütülmektesin, bunu unutma.

Ben ki… Sevgilerin anlamını da bulmak isterdim. Her şeyi sevmek mümkünse, nefret etmek de mümkünmüş gibi gelirdi bana. Bir gün değerli olan, başka bir gün değersizleşirmiş; hatırlananlar da bir gün unutulurmuş bunu gördüm dünyada. Burada, adına vefasızlık dediğim giriyor araya.

Ben ki… Bilmezdim kaybetme korkusunu. Çünkü kazanmıştım güya bu dünyada. Kazanmadan kaybedemez ki insan. Kazandıkça kaybetme korkusu artar, kaybettikçe de hırçınlaşırmış insan.

Ben ki… Gecelere salardım dertlerimi, ağlayan yüreğimi beşiğinde sallasın ve sustursun diye. Kimse bilmez; hâlleri, renkleri, hisleri ayırt edemez sanki. Renk körü misali, gece siyah beyaz tutsaklığında tutuyordu hayallerimi.

Ben ki… Sorguya çekiyordum bazen hislerimi. Suçlu bulduğumda ise, cezasını veriyordum vicdan yasalarımla. Ne zaman ki, insanlığını unutur insan; işte o zaman müebbede çarptırılıyordu vicdan. Gitgide susan tokmak sesi; kalabalık otobüs duraklarına, banka kuyruklarına, okul koridorlarına saklanıyordu âdeta. Kaybediyordum sanki benliğimi…

 

Esra Koçak

S.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi

İşletme

Meçhuldekilere

“Nasıl bilirdiniz?” demiş, namazı kıldırmak için hazırlıklarını tamamlamış olan imam. “İyi biliriz.” diye bir ses yükselmiş saf tutan insanlardan.

Namazın ardından omuzlarda taşınmış Hasan Bey, şimdi huzurla yattığı kabrine. “Daha gençti.” demiş bazıları ya da öyle olmasını ummuşlar kim bilir?

Herkesle iyi kötü bir münasebeti varmış ilçesinde. Bazen baba oğul kavgalarının arasına girmiş, bazılarına baba olduğunun müjdesini vermiş, bazılarına da yakınını kaybetmenin acı haberini söylemek zorunda kalmış.

Otobüs şoförüymüş Hasan Bey. Şehirde yeni çıkan ne bulduysa getirirmiş hemşehrilerine. İyi kötü ayırt etmeden eklermiş, lavanta kokulu sabunları getirdiklerinin yanına, çam sakızı çoban armağanı misali. Huysuz bir adammış aslında, hani şu tatlı huysuzlardan, dediğim dediklerden; ama karşısındakini kırmadan ve nedensiz yargılamadan…

Dikkatsiz olduğu bir gün yaptığı trafik kazasında suçlu bulunmuş. İstemeden de olsa verilen kayıp, iki sene ceza almasına neden olmuş. İçeride geçen kısa zaman, hiçbir şey eksiltmemiş Hasan Bey’den.

Cezaevinden çıktığında, yine umutla bakan gözleri, saklamış tüm hissettiklerini. O gözlerin ardındaki çocuğu kimsenin tanımasına izin vermemiş hiç.

Ne varsa hayatının öncesinde, hiç durmadan devam etmiş yine. Evi, ailesi ve çevresi için yaşamaya devam! Bulunduğu ortamın tadını çıkarmış. Daha sonra şehre taşınmış Hasan Bey; ailesiyle, orada çalışmaya başlamış.

Ama, “Huylu, huyundan vazgeçmez.” derler ya, yine kazandığının yarısını dağıtarak ya da nereye harcadığını fark edemeden geçmiş yılları. Biraz olsun, bir kenara bir şeyler koymayı hiç düşünmemiş.

“Geçen zamanı tutmak lâzım.” demiş ve iki oğlundan birini sevdiği kızla evlendirmiş. Oğullarından önde tutmuş gelinini, eşinin gönlünü hoş tutmayı da unutmamış elbette.

Doğduğu güne dek dört gözle beklemiş torununu, hep kız olacak umuduyla. Ama, yine yumuk yumuk bir erkek doğmuş. Geleceğin delikanlısının aldığı ilk nefes yetmiş dedesine ve kız çocuk özlemini ona unutturmuş.

O kadar zaman sonra; evini, yüreğini şenlendirmiş bu yeni nefes. Fakat, ancak bir yıl sevebilmiş küçük yaramazını; “Nasıl bilirdiniz?” sesleri ardından yükselene kadar… Dört yıl sonra ben doğmuşum. Biliyorum, geç kaldım. En az senin beni, kız torununu, görmek istediğin kadar, ben de seni görmek ve tanımak isterdim Hasan Bey.

Kız çocuğuna duyduğun mutluluk tablosunda yer almak isterdim. Evet, tanımadık birbirimizi; ama biliyorum beni gördüğünü ve benimle gurur duyduğunu söylediğini.

Ve ben de içim rahat, gururla söylüyorum herkese: “Ben, Hasan Bey’in torunuyum.”

 

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.