Yüce Yaratıcı, imtihanın gereği olarak kullarına farklı ömürler ve farklı imkânlar vererek onları sınamıştır. O, kimini kısa kimini uzun ömürle, kimini variyet kimini sıkıntılarla dener. İnsanları imtihana tabi tutan da O’dur, imtihanın yer ve zamanını belirleyen de O’dur, soruları soran da O’dur, imtihan sonucunu değerlendirecek olan da O’dur. Bize düşen, zaman ve mekânı yahut ortam ve şartları bahane etmeden imtihanda başarılı olmaya gayret etmektir.
Kur’ân’da, önceki toplumların daha uzun ömürlü olduklarının işareti vardır. Sözgelimi bir ayette, Hz. Nuh peygamberin dokuz yüz elli sene kavmi arasında kaldığı anlatılır. O, bu süre içerisinde bir ömür mü sürdü yoksa onun mesajı mı bu kadar uzun süreli oldu bilmiyoruz. Burası, onu tartışmanın yeri de değil.
İşte Nuh aleyhisselam döneminde iki adam sohbet ederken, aralarında şöyle bir konuşma geçer:
--Yafes efendi, bu yıl kaç yaşına girdin?
--Dokuz yüz yetmiş beşi devirdim, peki sen kaça girdin Sâm kardeş?
--Ben, henüz dokuz yüz elliye yeni girdim.
--Ya hu sen de duydun mu, ahir zamanda insanların ömürleri pek kısa olacakmış?
-Öyle mi, mesela kaça inecekmiş?
--Sen, bir tahmin et bakalım?
--Bilmem ki, herhalde yedi sekiz yüz seneye falan iner?
--Yok yok, in daha aşağıya in…
--Ne bileyim canım ik üçyüz sene mi?
--İn daha aşağıya…
--Canım bunun aşağısı mı olur, yüz seneye mi düşecek? Yüze düşecekse doğup da ne yapacaklar?
--Ne yüzü kardeş, o dönemde onlar atmış yetmiş sene yaşayacaklarmış..!
--Allah, Allah atmış yetmiş sene ha! Öyleyse onlar, dünyada ev filan yapmazlar, zira bu kısa süre için ev yapmaya değmez ki!
Hikâye burada bitiyor. Son cümleye dikkat ettik mi? Altmış yetmiş senelik bir ömür için, dünyada ev falan yapmaya değmez, deniyor.
Peki, gelinen noktada ne olmuş, ömürler kısaldıkça evler daha da sağlam yapılmaya başlanmış. Dünyada kalınacak süre azaldıkça, dünyaya daha fazla çiviler çakılmaya başlanmış. İnsan ölüme yaklaştıkça, emelleri bitmez tükenmez bir hale bürünmüş. İyi ama neden?
Neden olacak, dünya tutkusu, dünyevileşme belası yüzünden olsa gerek. İnsanlar kalıcı olan Ahiretten yüz çevirip her şeyleri ile bu dünyaya yönelince, ahireti unutup geçici dünyayı ahirete tercih eder olunca dünyevileştiler, hep dünyan adamı oldular. Sonunda dünya onların her şeyleri oldu, bütün plan, program ve çalışmaları bu dünyaya yönelik oldu. Öteki dünya ise unutuldu, ötelerde kaldı!
Bir düşünürümüz, insanımızdaki ölüm korkusunun sebebi sadedinde şunları söyler:
Sizler dünyanızı imar ederken, ahiretinizi harap bıraktınız. Ölürken mamur olan dünyadan, harabe halinde gözüken ahirete gitmek istemiyorsunuz. Oysaki ilk Müslümanlar, daha çok ahiretlerini imar için çalıştılar. Onlar ölümle, harabe olan dünyadan, mamur ahiret köşk ve kâşanelerine gidiyorlardı. Bu yüzden ölüme gülümseyebiliyorlardı.
Tabi ki bu sözlerden dünyayı ihmal etme, dünyadan el etek çekme sonucu çıkmaz. Elbette mümin dünyadaki nasibini de unutmayacak. Zira dünya, onun için ahiretin tarlasıdır. Burada ekecek ki orada biçebilsin. Ancak bütün bunları yaparken dünyaya dünya kadar değer verecek, ahirete de ahiret kadar değer verecek. Mademki dünya geçici ve sonlu, ona o kadar değer verecek; mademki ahiret kalıcı ve sonsuz ona da o kadar değer verecek.
Şimdi kendi kendimize soralım: Şu fani dediğimiz dünyanın bir küçük evini elde edebilmek için nelere katlanıyoruz. Peki, ayet ve hadislerin anlata anlata bitiremediği güzelim cennetin köşklerini hak edebilmek için ne kadar çalışıp gayret ediyoruz? İbrahim Ethem’in dediği gibi:
Allahım, şu dünyada insanların kirlerini bıraktıkları, ateşlerin yandığı, şeytanların dolaştığı hamamlara bile ücretsiz girilemezken; Peygamberlerin yurdu cennetlerine amelsiz nasıl girilsin?