Önce gazetelere yansıdı geleceği. O gelecek diye birtakım fırsatçıların fiyatları yükselttiği, yükselteceği haber verildi. Sonra çeşitli lokantaların, otel mutfaklarının yaptıkları hazırlıklar, reklamla karışık haberlere konu oldu: İftar mönülerinde yer alan yiyeceklerin listeleri ve fiyatları vardı karşımızda. Bu listelerde yer alan iftariyelik kelimesi yerine iftariye dense yeterdi, hattâ iftarlık diyebilsek çok daha doğru ve güzel olurdu belki ama bizim memlekette böyle dil kazaları olağan sayıldığından
İmsâkiyeler sökün etti sonra; birçok dükkânın tezgâhlarında, kapıya kadar getirilen gazetelerin arasında rengârenk, çeşit çeşit, kimisi âyet ve hadis mealleriyle, iftar duasıyla, kimisi Mevlânâdan öğütlerle donatılmış imsâkiyeler
Bu imsâkiyelerde 1 Ramazan, 5 Ekimin önüne geçmiş, 29 Ramazan 2 Kasımdan daha havalı. Bu imsâkiyelerin çoğunda 1426nın gösterilmeyişi, hatırlatılmayışı hiç de hoş değil. Orucun hicretten bir buçuk yıl sonra Şaban ayının onuncu günü farz kılındığı bilgisiyle bu 1426 arasında bir ilgi, bir bağ olduğu açık değil mi? Hicrete ve onun takvimine böylesine vefâsızlık etmek çok ayıp! Daha yetmiş seksen yıl önce bir Fransız yazarı Claude Farrère, hem de Fransada basılan kitaplarında hicrî tarihi kullanıyordu.
Gazetelerin çoğu, Ramazan dolayısıyla okuyucularına Kurân-ı Kerim meâli başta olmak üzere çeşitli kitaplar vereceklerini duyurmaya başladılar yine. Bazıları, gazetelerin genel tutumlarıyla bu davranışları arasında perhiz-lâhana turşusu ilgileri kurup sömürü kokuları arayacaklar yine. Haksız da sayılmazlar hani.
Televizyon ekranlarından akan reklamlarda Ramazan ezgileri, minareler arasında mahya görüntüleri, iftar telâşları, hayatı kara toprağın katılığından alıp mavi göğün hafifliğine yükseltivermiş gibi duran olgun tebessümler, gözlere ve kulaklara çarpmaya başladı yine. Orada reklamı yapılan ürünün gerçek hayattaki yeri, örneğin onu üreten şirketin; işkenceci, zalim, sömürgeci, doğrudan ya da dolaylı olarak İslâm ve Müslüman düşmanı güçlerin başlıca destekçilerinden biri olması gerçeği, hangimizin aklını ne kadar uğraştırıyor? Buna karşılık öteki ve rakip ürün de eninde sonunda aynı piyasanın malı değil mi, diye karşı çıkılsa, kim ne diyebilir? Bu işin asıl çözümünün suda, sade suya tiritte değil, sade, temiz, pırıl pırıl suda olduğunu bir anlayabilsek! Ama hayat
İşte gelmekte olan şey, hayat dediğimiz o tuhaf karmaşaya kendi ağırlığını koyarak, alışılmış düzeni bozacak, alt üst edecek bir şey: Oruç ayı Ramazan.
Geceleri birçok evin ışıkları daha erken sönecek, birçok evin ışıkları daha geç sönecek, birçok evin ışıkları neredeyse hiç sönmeyecek; birçok evin erkenden sönmüş olan ışıkları sabaha karşı imsak denen o vakte doğru, yine erkenden yanacak. Erkenlerle geçler birbirine karışacak.
Gündüzleri lokanta, çay evi, pastane gibi yeme içme mekânlarının çoğu kapılarını kapatıp dinlenecekler; bunlardan bazılarının camlarında iftarda açığız, bazılarınınkinde iftarda ve sahurda açığız yazacak. Kahvaltının yerini sahur öğle yemeğinin yerini iftar almış gibi olacak.
Kimileri, bütün bu olup bitenleri, bir çeşit manevî coşku sayacak, kimilerine bu durum manevî baskı etkisi yapacak. Oruçlular, sırf Allahın emrini yerine getirmek için imsakten iftara dek kendilerini yeme, içme, cinsellik gibi aslında helâl olan davranışlardan uzak tutarak, bir çeşit güç sınamasından, irade sağlamlığından, güven pekiştirmeden, liyâkat ve ehliyet kazanma sınavından geçecekler. Bunlardan bazılarına bu iş ağır gelecek; Keşke hasta yahut yolcu olsaydım da bu açlık ve susuzluk sıkıntısından kurtulsaydım! yahut Keşke hem hasta, hem zengin olsaydım da tutmadığım her orucun bedelini yoksullara vererek, fidye ödeyerek sorumluluktan kurtulsaydım! diyecek.
Oruçsuzların çoğu, bazı insanların neden oruç tuttuklarını, neden kendilerine böyle bir eziyet yapabildiklerini muhtemelen anlayamayacak.