Eğitmek zor, öğütmek kolaydır. Kazanmak meşakkatli, kaybetmek külfetsizdir. Tutmak emek ister, ama atıp yok etmek bir anlık küçük çabayla gerçekleşir.
Anne babalar, eğitimciler, büyükler, devlet yönetenler… Hepimiz de sorunsuz ve uysal- uyumlu tipleri arar ve severiz. Zor olanla uğraşmak ve onların kalbine dokunmak çetin iştir. Bu nedenle kaybedilmiş insanımız da pek çoktur. Bize uyum sağlayamayan ve heder olanlar için “Olacağı buydu… Adam olmaya niyeti yoktu… Aradığını buldu…” gibi cümlelerle kendimize pay çıkartır, haklı olmanın hazzını yaşarız.
Ama nebevi usul böyle değildir. İnsan harcamayı öğütlemez. Zor zamanlarda ve (Anadolu deyimiyle) dikine- dikine giden birisini bile tutmayı önceler. Bunun en güzel ve bariz örneğini Ebu Mahzûre ’de (R.A.) görürüz.
Rivayetlere göre Ebu Mahzûre, Mekke’nin fethedildiği yıl Hz. Peygamber ile Cirane’de karşılaşır. O sırada Hz. Peygamber Tâif muhasarasından Cirane’ye dönüyordur. Namaz vakti gelince müezzin ezan okumaya başlar. Resülullah’a karşı büyük bir kin ve düşmanlık besleyen Ebu Mahzûre ile Kureyşli on genç, ezan sesini işitince bir yere gizlenip alaylı bir şekilde müezzini taklit eder. Bu durumu fark eden Hz. Peygamber, (SAV) onları yanına çağırttı ve kendilerine birer birer ezan okutur. En son okuyan Ebu Mahzure’nin sesini çok beğenerek ona ezanı öğretir. Daha sonra namaz vakti gelince elini başına koyup alnını okşar ve ezan okumasını ister. Korku, utanma ve içindeki henüz tamamen dinmemiş kinden dolayı Ebu Mahzûre bu emri isteksiz bir şekilde yerine getirir. Hz. Peygamber ona bir miktar gümüş para verip dua eder.
Gönlü İslâmiyet’e ısınan Ebu Mahzûre, orada Müslüman olur ve Hz. Peygamber’den (SAV) kendisini Mekke’deki Harem-i Şerif’e müezzin yapmasını ister. Bu arzusunu kabul eden Hz. Peygamber, Mekke Valisi Attâb b. Esîd’e (RA) gitmesini ve yeni görevini ona bildirmesini söyler.
İçlerindeki kin ve düşmanlığı ezan gibi İslam için şiar olan bir sembolü alaya almakla gösteren bir grup insan var burada. Bunları azarlamak, cezalandırmak veya bir saatlik nasihat bombardımanına tabi tutmak… Düşünebileceğimiz en iyi yöntem; “Çocuktur… Bilmiyor işte… Bırakın kendi haline… Bir gün cezasını görecek…” diyerek görmezden gelmek veya uzun nasihat seansları düzenlemekti.
Bu sahabenin sesi güzel olmasaydı… Çok kötü bir ezan okuyuşu olsaydı o zaman ne olacaktı? Başka bir özelliğinden tutup kaldıracak mıydı? Hataları yüzüne vurulacak, çevredekilerin yüzüne tükürmesi istenecek ve mahcubiyeti artırılacak mıydı? Bir kursta hırsızlık yapan bir öğrenciye ceza verilmiş. Tüm öğrenciler sıraya geçmiş ve bu suçlu arkadaşın yüzüne tükürmüşler. Bu eğitim yuvasının içeriği, hocanın yaşı veya kimliği, öğrencilerin milliyeti önemli de değildir. Nebevi bir eğitim anlayışına ve insan yaklaşımına ne kadar da muhtacız. Sorunları çözülmemiş, derdine derman olunmamış, her birey elimizden kaçmaya mahkûmdur.
Kendi okulundaki bir öğretmeni- idareciyi on sekiz yerinden bıçaklayıp şehit edecek kadar cani ruhlu bir öğrenci, bize uzaydan düşmedi. Bunda ailenin, toplumun, eğitimcilerin, en önemlisi de bunu 12 yıl dört duvar arasına hapsetmeyi eğitim vermek olarak niteleyen anlayışın suçu var.
Keşke böylesi bir olay sonunda tekrarını önlemek için daha radikal tedbirler alınsaydı…
Keşke bu acının sonunda gerçekten çözüm üretmeye zorlayacak toplu eylem ve tepkiler gelişseydi…
Bunun sebep ve sonuçları irdelense ve acil çözümler aransaydı…
Bu konuda mağduriyet yaşayan sağlık çalışanlarının benzeri uygulama ve tedbirler, öğretmenler için de alınsaydı…
Yıllarını eğitime adamış ve odasında bıçaklanmış bir öğretmenin acısı bu ülkenin tüm katmanlarında acıya sebep olsaydı... Birkaç cılız kınamanın ötesinde engelleyici kararlar ve uygulamalar hayat geçseydi…
Keşke… Keşke... Keşke…