Öğrenci olarak Konya’da bulunduğum dönemde (1988-1992) Selçuk Üniversitesi’nde hocalarımdan biri olan önceki Talim Terbiye Kurulu Eski Başkanı Ziya Selçuk, “Mümkün olsaydı biraz daha yaşasınlar diye yaşam süremin bir kısmını iki kişiye vermek isterdim: Birisi İranlı Ali Şeriati diğeri de 1982-1983 yılları arasında Selçuk Üniversitesi rektörlüğü yapmış olan Erol Güngör” demişti. 20. yy.’da yaşamış, ilki 44 ve diğeri de 45 yaşında hayata gözlerini yuman iki yazarı sahiplenen çevrelerin farklı oluşu dikkate alındığında “muhal de olsa bu fedakârlığı” anlamak doğrusu beni aşıyordu. Milliyetçilik de ilgimi çekmediği için Erol Güngör’ün eserlerini okuma ihtiyacı hissetmemiştim. Şimdi anladım ki, entelektüel açıdan onun eserlerini okumamak büyük bir eksiklik imiş ve “Onun milliyetçiliği var mı ki?” dedirtecek kadar da meseleleri bilimsel açıdan ele alabilen bir kişilik imiş.
Yakın zamanda onun Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik adlı eserini okudum ve milli duyguları kuvvetli tanıdıklarıma ondakinin ne tür bir milliyetçilik olduğunu sorsam da makul bir cevap alamadım.
Güngör’e göre, Cumhuriyet’ten önceki ıslahat hareketlerinin teknolojik medeniyeti kazanma bakımından daha şuurlu ve daha isabetli olduğu söylenebilir. Osmanlı ıslahatçıları pratik meselelere önem veriyorlar, Türk cemiyetinin Avrupa’ya benzemesinden ziyade, Avrupa gibi kuvvetli olmasını hedefliyorlardı. Garpçılar gibi Türkçüler de Tanzimatın klikleri arasında bocaladığını, mektebin yanında medreseyi, Avrupa hukuku yanında İslam hukukunu vs. yaşattığını söylüyorlardı. Çağdaş medeniyet denince daha ziyade laiklik ve pozitivizmi anlayan, daha önceki sıkıntıların esas amilini Osmanlı klerikalizminde, Arap harflerinde, feste vs. bulan bir düşüncenin sanayi medeniyeti üzerinde fazla durması beklenemezdi.
Güngör’e göre, geleneğe saygılı olmak milliyetçilikle eş değer bir şey değildir. Milliyetçi aydınlar geleneklere saygılı olmayı halka yakın olmak için yeterli görürlerse yanılırlar. Geniş görüşlü bir Avrupalı da geleneğe aynı saygıyı ve sempatiyi gösterebilir.
Eserde milliyetçi çevrelerin hiç de hoşuna gitmeyecek bir “geçmiş eleştirisi” mevcut. Yazara göre geçmişe hasretle bakmak ve sıkça geçmiş üzerinde durmak bizde hem bugünden duyduğumuz sıkıntıyı, hem de gelecekten duyduğumuz endişeyi gösterir. Dünyanın hep iyiye gittiğini söylemek de onun hep kötüye gittiğini söylemek kadar dogmatik bir inançtır. İnsanın hasretle andığı geçmiş o insanın zihninde var olan “subjektif geçmiş”tir. Böylece bilmediğimiz veya benimsemediğimiz bir tarih bizim için geçmiş olamaz. Geçmişte özlenen şeyler bizim bugünkü hayatta mahrum kaldığımız kıymetlerdir. Hiçbir Müslümanın İslam’dan önceki cahiliye devrini veya İslam’dan sonraki fetret dönemlerini özlediği görülmemiştir.
Peki, geçmişe nasıl yaklaşmalıyız? Yazara göre geçmişin bütünü içinde yeri olan şeylerin yeni hayata olduğu gibi aktarılması mümkün değildir. Ancak yeni hayat içinde o özelliklerin nispeten farklı bir anlam kazanacağı, bazı noktalarda değişeceği, bazı noktalarda ise tamamıyla kaybolacağı bilindiği takdirde, geçmişe gerektiği gibi yaklaşabiliriz.
Güngör’e göre, geçmişte mevcut çok farklı zaman ve mekânlara ait şeyleri bir bütünün parçaları gibi görmek bir yanılsamadan ibarettir. Bütünlüğü olmayan olaylara bizim zihnimiz tarafından bir bütünlük empoze edilmektedir. Bu yüzden geçmişten istediğimiz her şeyi alıp bugüne aktarmamız kafamızda kolay görünse bile gerçekte imkânsızdır.
Anladığım kadarıyla Güngör, “tarih şuurunun hakikat oluşuna” da gayet mesafeli: “Tarih şuuru, millet fertlerinin kendi tarihleri hakkındaki düşünceleridir. Bu düşünce bazen gerçek tarihe uygun olur bazen de olmayabilir. Fakat millet fertlerinin milli şuur sahibi olmaları gerçek tarih ortaklığından daha çok bu tarih şuurunun herkeste veya büyük çoğunlukta bulunmasına bağlıdır.” Yani yazar, mühim olanın milli şuurun hakikat üzerine kurulu olmasının değil mevcudiyetinin olduğunu ifade ediyor. Öyle ki ona göre, tarih şuuru tarih birliği ve eskiliğinden daha önemli.
Ne dersiniz, bu görüşler milliyetçilikle ne kadar bir ilişki içerir?