Son iki haftadır kişilik ve kişilik bozukluklarından söz ediyorum. Yine devam ederim sonra. Arada bir değişiklik iyidir.
Bu haftaki yazımda biraz zihin jimnastiği yapalım istedim. Sizin de katkılarınızı bekliyorum.
Yaşam akışını sürdürüyor. İş, güç, siyaset, ülkede ve dünyada süregelen bir dizi olay. Her gün televizyon dizisi seyreder gibi seyrettiriyor bize kendini. Onların da senaristleri ve oyuncuları var. Televizyon dizisinden basit bir farkları var. Bazen gerçek hayatta (gerçek olduğu da bizim iddiamız o da farklı bir ironi) oyuncular bu dizilerde oynadıklarını fark etmiyorlar.
Farkında olmadan içine girdiğimiz bir yığın olay. Hayatı fark etmek, farkında olarak yaşamak yaşamın senaryosuna katkıda bulunmak şansını verir bize. Fark ettiğimiz andan itibaren önceki bölümleri yeniden bir gözden geçirmek zorunda kalırız. Bundan sonrası için neler yapabileceğimize karar vermek için. Farkında olmamak rahatlık gibi görünse de farkında olmadan yaşadığımız hayat bizim olmaktan çıkar. Sonucu başkaları tarafından belirlenmiştir çünkü. Bir oyunda senarist olmak mı, yönetmen ya da hiç olmazsa esas oğlan rolü? Yoksa figüran mı? İşte farkındalık bu seçimi yapma şansı verir.
Her ne kadar günlük dizilerin akışına bırakmak istemesem de kendimi, TV dizilerini zaten seyretmiyorum uzun süredir. Onun yerine seçerek aldığım sinema filmleri seyrediyorum zaman zaman. Alışkanlık olmuş gazetelere en azından internet sayfalarından bir göz gezdiriyorum. Aslında bu da bir şekilde olayların içine çekiyor beni. Tartışmıyorum olan biteni olabildiğince. Fakat haberim olsun da istiyorum.
Teknolojiyi ve yaşam standartlarını bir kenara bırakırsak duygusal olarak en azından tarihte yaşanmış olaylardan ve tarihte bugün sayfalarındaki insanlardan pek de bir farkımız olmadığını görmek şaşırtmalıydı beni. Şaşırtmaması gerektiğini artık öğrendim. O halde benim buraya yazdıklarım da mutlaka birileri tarafından farklı dillerde yazılmıştır o zaman. Endişeler, korku, beklentiler, belirsizlik, anlam, hırs, koşuşturmacalar, dedikodu, adam karalama, iktidar mücadeleleri, makam mevki, saltanat, ekonomik kavgalar, ölüm, yaşam, aşk bütün bunlar yazılmış ve konuşulmuş olmalı. Nitekim de öyle.
O zaman aynı şeyleri tekrar tekrar yaşamak niye? Daha önceden söylenmiş sözleri anlamlandıramamak, içselleştirememek, tecrübeleri almamak niye? Sanırım bu her insanın özel olmayı istemesinden kaynaklanıyor. Her insandaki tanrılaşmayı isteyen tarafıyla ilgili. Sorunlarımızın sadece bize özgü olduğunu zannetmekle. Aynı sorunu bir başkasının da yaşadığını bilmek bile çoğu zaman rahatlatmıyor mu insanları? Tek başına ve yalnız olmadığını bilmek? Bir yandan tek ve özel olmayı isterken insan. Güçlü olmayı tanrılaşmayı, en özel olmayı isterken.
İşte ben de daha sonra tarihte bugün olacak bu yazılarımı yazarken neyi istediğimi sordum kendime.
Özel olmayı, fark edilmeyi, beğenilmeyi, önemsenmeyi, güçlü ve zengin olmayı hep istedim. Hala istemediğimi nasıl inkâr ederim? Sonra Bahaeedin Veled’in sorusuyla karşılaştım. “Daha çok gücün olsaydı ne yapardın?”
Daha çok özel olsaydınız, daha çok güçlü, daha zengin, daha beğenilen, daha önemli… Ne yapardınız?
Buradan gittikten sonra da unutulmamak değil mi herkesin amacı, ölümsüzlük değil mi aranan? Ne ölümsüz yapmış insanları?
Dikkat edilirse bu yaşamın tersine bir kuralı var. Peşinde koşulanların sizi terk ettiği ve sizin terk ettiklerinizin sizin peşinizde koştuğu bir gizli oyun. Ölmeden önce ölenler mi yoksa ölümsüz olmuşlar?
Hayat gerçekten de zıtların ahengi.
www.pozitifdegisim.com