Dilim dilim30 Nisan Cumartesi günü Memlekette Ömer Yalçınovanın bir yazısı çıktı. Bir veda yazısına benziyordu. Benziyordu deyişimin nedeni, yazıda kararlı bir kesinlikten ya da kesin bir kararlılıktan çok, birtakım kararsızlıkların, tereddütlerin öne çıkmakta oluşudur. Yazarın tereddütlerinin kaynağında en kayda değer, en dikkat çekici etken, yazdıklarının okunduğuna, etkili ve yararlı olduğuna, kalıcı izler bıraktığına emin olamayışı gibi görünüyor. Şimdiye dek gazetede yayımlanmış elli yazısı olduğunu bildiren Ömer Yalçınova şöyle demiş: Bu elli yazıya rağmen ben hâlâ Benim okuyucularım var diyemiyorsam, bu şu anlama gelir: Elli yazı yazılmasa da olurmuş. Hemen ardından şu cümleleri de eklemiş: Kim benim hangi yazımı okudu ve yazı hakkında ne düşündü biliyorum. Bu, acı bir şey. bir yazar için yazdıklarının okunmaması kabustur. Neden kabusu devam ettirmeli?Bu cümlelerde hemen fark edilen çelişki şudur: Yazar, hem yazılarının okunmadığını hem de hangi yazısını kimin okuduğunu ve üstelik- yazı hakkında ne düşündüğünü bildiğini söylüyor. Bu çelişki, yazarın bildik okuyucularla yetinmediğini ve yetinmeye razı olmayacağını kabul etmekle bir ölçüde giderilebilir ama yazar hakkında aceleci, sabırsız ve bunlara benzer hükümler vermemizi engellemez. Yıllar önce, (belki 1976) Ankarada Edebiyat dergisinin Akay Yokuşundaki bürosunda şöyle bir konuşmaya tanık olmuştum. Jeolog Ahmet Aksay, öykücü Yaşar Kaplana Neden yazıyorsunuz? ya da Yazdıklarınızdan ne bekliyorsunuz? gibi bir soru sormuştu. Onun bu soruya verdiği karşılık, çok hoşuma gitmişti. Otuz yıl önce dinlediğim o karşılığı kelime kelime hatırlamıyorum ama anlamı, aşağı yukarı şöyleydi: Ben yazılarımı tohum serper gibi serpiyorum topluma, hattâ toplumun geleceğine. O tohumların hangi toprağa düşeceğini bilmem, bilemem. Umarım ve dilerim ki yazılarım verimli, bitek topraklara düşsün, filizlensin, yeşersin, meyve versin! Gazete, dergi, kitap gibi araçlarla topluma sunulmuş ürünleri, kimin, nerede, nasıl tükettiğini izlemek, özel bir çabayla bile neredeyse imkânsızdır. Bir kahvehane masasında, bir köy odasında, bir kasaba minibüsünde, bir ray kenarında herhangi bir insan çocuk, genç, yaşlı, kız, kadın- o kâğıttaki o yazıyı okuyabilir ve kalbinde ve kafasında o yazıdan dolayı bir şeyler harekete geçer, bir şeyler sarsılır, bir şeyler değişir veya dönüşür. Ve bu olaydan yazarın, çizerin yayıncının hiç haberi olmayabilir. Dün, 1 Mayıs Pazar günü Yeni Şafak gazetesinde Rasim Özdenörenin Yasakçılık konusu başlıklı yazısını okudum. Orada işgüzar bir lise müdürünün okulda tuvalet kapısı arkasına yazılan bir yazıyı soruşturma konusu yaptığı, öğrencilerin hepsine o cümleyi yazdırıp kâğıtlarla birlikte kapıyı da incelenmek üzere Ankaraya yolladığı anlatılıyordu. Bu yaşanmış olayın pekâlâ bir komediye esin verebileceğini düşündüm. İçimde bir oyun yazmak hevesi doğuverdi. Şimdi ne Rasim Özdenören, eserinin böyle bir tesir hâsıl edeceğini düşünmüştü, ne de ben eserin bu tesirini, koşa koşa Rasim Özdenörene bildireceğim. Belki sözünü ettiğim tesir, kuvveden fiile çıkmayacak bile. Kısacası, hangi eserin, nerede, ne zaman, hangi tesiri doğuracağı önceden kestirilemez. (İşi provokasyon ve ajitasyon olan örgütleri bir kenara ayıralım.) Önemli olan, eserin doğuracağı tesirlerden ziyade, eseri doğuran tesirler / müessirlerdir belki de. Bu müessirler arasında oyalama / oyalanma gibi bir etkeni Ömer Yalçınovanın değersiz bulduğu anlaşılıyor. Yalçınova bunu kendisi için değersiz bulabilir ama kimilerinin sadece oyalamak ve / veya oyalanmak için bir şeyler yazıp çizmesine karışmaması, karşı çıkmaması beklenir. Mizah ille de kötü ve zararlı mıdır?