Eylül, hep bir hüznü saklıyor sanki. Hep bir vedayı, hep bir son bakışı, hep bir acıklı şarkıyı çağrıştırıyor. Gidenleri hatırlatıyor Eylül, arkada kalanları…
Neden şimdi Eylül dedim birden? Hem de geçip gitmişken?
Şu yüzden: Sanat, bilim, ilim dünyası da Eylül’le yalnızlaşanlardan.
24 Eylül 1914, bir fikir adamı olan İsmail Gaspıralı’nın vefatı.
22 Eylül 2011, Kırım Tatarları’nın acı akıbetinden bizi haberdar eden Cengiz Dağcı’nın sonsuzluğa uğurlanışı.
25 Eylül 2012, gönüllerin hizmetçisi Neşet Ertaş’ın aramızdan ayrılışı…
İsmail Gaspıralı, Türklüğün bir bütün olduğunu savunmuş bir dava adamı. Gaspıralı, ömrü boyunca dilde, fikirde ve işte birlik olmayı savundu. Kırım’lı olan İsmail Gaspıralı, Rus İmparatorluğunda yaşayan Türk ve İslam toplumlarının eğitim, kültür alanlarında reforma ihtiyaç duyduklarını fark eden ilk Müslüman entelektüeldi.
Gaspıralı, Türkçe bir gazete çıkararak (Tercüman-ı Ahvali Zaman) Kırım ile Türk dünyasının iletişime geçmesini sağladı. Farklı topraklardaki Türkler, aynı dili okusun ve anlasınlar istiyor bunun hayalini kuruyordu. Gaspıralı, o günlerden yaşamının sonuna kadar bütün Türklerin bir olduğunu savundu. Rusya’nın, Avrupa’nın önemli adamlarıyla görüşmüş, soydaşlarının sesini duyurmak için mücadele vermişti. “Ortak edebi dili olmayan millet, millet sayılmıyor” diyen Gaspıralı, bugün hala dile ve millete yaptığı hizmetlerle anılmaktadır.
Türk dünyasının büyük düşünce adamlarından biri olan Gaspıralı İsmail’i rahmetle anıyoruz.
Yurdunu kaybeden adam, Kırım’lı Türk romancı ve şair Cengiz Dağcı da eserlerini Türkiye Türkçesinde verenlerden. Gurbette yaşamını yitiren Dağcı, vatanına öldükten sonra kavuştu. İkinci Dünya Savaşının tanıklarından olan Dağcı, savaş yıllarına ışık tutan romanlar yazdı. Türk edebiyatının en önemli isimlerinden biridir.
Kırım Türklerinin sıkıntı ve mücadelelerini anlatan Dağcı, ufak bir coğrafyadan dev eserler çıkarmıştır. Murat Bardakçı onu şöyle tanımlar: “İkinci Dünya Savaşından sonra yaşanan ve Stalin’in eseri olan büyük dramdan hepimizi haberdar etmiş önemli bir romancı idi. Macera filmlerine bile rahmet okutacak bir hayat yaşadı.”
Bugün eserlerine baktığımızda da bu sözleri daha iyi anlaşılmıştır. Kocaları sürülen, yavrularının karınları düşman süngüleriyle deşilen kadınları anlattı Dağcı. Kaderine terkedilenleri anlattı. Cephelerde, bize söven, yüzümüze tüküren düşmanlarımızı, vatan uğrunda can veren yiğitleri anlattı. Dağcı bir yazısında şöyle yalvarır Allah’a: “Allah’ım. Onlar da insan. Acı onlara. Kendileri gibi başkalarının da insan olduklarına inandır onları. Ötekiler, o hayvan gibi sürülüp götürülenler. Onlar da insandı!!!”
Belki bu dizeler, o günün hüznünü, acısını biraz daha netleştirmektedir. Suçsuz yere kanları akıtılan, bahçelerine bağlarına girilen bu insanlara ses olan, söz olan Cengiz Dağcı, bu dünyada bir arada olamadığı sevdikleriyle öteki tarafta birdir beraberdir, inşallah.
Ve son olarak bir Garip geçti bu topraklardan.
Neşet Ertaş.
O, Türk Halk Müziğinin ustalarından. Türkmen- Abdal geleneğinin en önemli ozanlarından. Kendi yaptığı işi, “Gönül hızmatı” olarak nitelemekteydi. Dertlere ve kahırlara tanıklık etti. Öyle ki bugün yaşlısından, gencine türküleri hepimizin dilinde.
“Gönül Dağı” deyince içimiz bir hoş olmuyor mu? O türkü tıngırdarken bir yerlerde, hangimizin boğazı düğümlenmiyor ki?
Aşkı da, sevdayı da, gurbeti de, sahipsizliği de, yalnızlığı da çekti. Ertaş şöyle diyor bir teselli misali; “Gönlünün eşini bulan, garip değildir.”
İçimizde bir yerlere dokunuyor Üstad. “Gözümü dünyaya ilk açtığım yer kadar güzel hiçbir yer olamaz” diyor. Herhal hepimiz için bu böyle.
Neşet Ertaş halk sanatçısıydı, halkın sanatçısıydı. Rahmet ve minnetle anıyoruz…
Eylül bizi sona getirdi, bizde yazıyı şu satırlarla bitirelim:
“Gitti günler, yıllar, ömürse doldu.
Giden gitti bilmem geri ne kaldı
Ömrümün baharı sarardı soldu
Yandı kaldı garip bağrım çöl gibi…”