Kulağında çan sesleriyle yürürken namazı timetable’dan takip edip kıbleyi pusula ile tespitle geçen hayata dair düşülen notlar.
“Evde
anlaşılmaz bir tını
bilmem nereden gelir
uykumdan? kanımdaki çakıldan? unutkanlığımdan?”
İsmet Özel’in “Of Not Being a Jew” şiirini Dergah’ta yayınlandıktan çok sonra elde etmiştim. Konya’da öğrenciydim ve şiiri elinde bulunduran arkadaşımın solgun fotokopisine bakarak, büyük bir heyecanla kalemle tek tek defterime kopyalamıştım. Sonraki kimi fotokopiler benim defterdimden çekilerek ilgililerine ulaşmıştı. O kadar çok okumuştum ki neredeyse tamamını ezberlemiştim.
Koyun postu seccade
Şiirin yukarıdaki bölümü dilimin ucuna geldiğinde bana iki şeyi hatırlatır. Birincisi daha küçük bir çocukken, Mağralı Mahallesinde zaman zaman bizim evde diğer zamanlarda ise harçlık istemek için gittiğim dedemin evinde, dedemden kalan koyun postu seccade üzerinde ninemin “Kur’an” okurken çıkardığı ve o an benim için anlaşılmaz olan tınıları çağrıştırmıştır.
Yurtta anlaşılmaz bir tını
İkincisi ise Malatya’da öğrenciyken kaldığım Battalgazi Yurdu’nun sekizinci katını çağrıştırır. Öğrenciydim o zamanlar. Doksanlı yılların başları. Bir kaç haftadır kulağımda bir çınlama sesi duyar olmuştum sabaha karşı. Sabah ezanlarını duymuyordum ama zaman zaman beni çağıran, uykumun derinliklerinden zihnime kalbime inen, giren, beni çağıran bir tını vardı. Rüya mı gerçek mi olduğunu anlayamamıştım o zamanlar. “Evde anlaşılmaz bir tını, bilmem nerelerden gelir”
Bir gün uyanıp sesin nereden geldiğini bulmaya çalıştım. Gecenin üçüyle dördü arasıydı vakit. Ranzadan yavaşça indim. Herkes uyuyordu, ben ise bir tınının peşinden gidiyordum. Koridorda yürüyüp tınıyı takip ettim. Bulunduğumuz bloktan değildi ses. Tını’nın kaynağını bulmaya, anlamaya çalışıyordum. Hangi odadan geliyordu?
“Körüm, o halde karanlık niye benden kaçıyor?
Sağırım, nasıl oluyor da uğultum uzaktan
beni çağırmaktadır?”
Kapının eşiğinde duran zaman
Gittikçe yaklaşıyordum kaynağa. Kütüphane adı verilen ama kitap olmayan, ders çalışmak için kullanılan bölümün kapısını açtım usulca. Karşımda bir adam, sırtı bana dönük, yüzünü aydınlığa çevirmiş, Kur’an’ı Kerim okuyordu. Kendisini o kadar kaptırmıştı ki, kapıyı açarken çıkan kapı gıcırtılarını dahi duymadı, duysa da umursamadı. Kapının eşiğinde durup bir müddet dinledim. Ne kadar zaman şu an hatırlamıyorum. Bana tesiri açısından sanki saatlerce durmuş gibiydim. Belki saatin mekanik hareket hesabına baksanız, bir kaç dakika olabilirdi.
Okuyan kişinin yüzünü görmedim. Günün ağaran ışıkları pencereden içeri sanki daha çok hücum ediyordu. Okumasını bölmek istemedim. Bir şeye kendini böyle bir adanmışlıkla veren, kaptırarak okuyan, beni uykumun arasından çağıran kişiyi merak ediyordum. Ama o an bölünmezdi. İksir içmiş gibi usulca kapıyı kapatıp tekrar yatağıma geri döndüm. Kaynağımı bulmuştum, beni çağıran şeyin ne olduğunu! O adam kimdi, sonra onunla karşılaştım tanıştım mı o ayrı hikaye...
Tınıda kaldık vesselam
Şimdi, Greenwich parkta, Meridyen Hesabıyla sıfır noktasına yakın, Trafalgar Heykelinin önündeki bankta şehrin kimliğini oluşturan siluetlerine bakarken gözümde İstanbul canlanıyor bir an ve dizeler dökülüyor dilimden:
“günahlı bir gölgenin serinliğinde
biraz bekleyebilirsin, daha sonra
burada kalamazsın, başa dönemezsin”
Niye yazacaktım ben bu yazıyı, onu hatırladım birden. Evet, kulağında çan uğuldamaları ile gezen, prayer timetable ile vakitleri hatırlayan, vakti kaçırmamak için google map’ten en yakın cami’yi arayan, semadaki boşluğun ne olduğunu tanımlamaya çalışırken tınıları hatırlayan, minaresi olan ama ezanı duyulmayan şehirde gördüğü her yükseltiyi minare sanma psikolojisini anlatacaktım. Tınıda kaldık şimdilik, vesselam.