Ferâset, sözlükte, tesebbüt ve nazar anlamınadır. Dini bir terim olarak, ferâset, dıştaki şekilden içteki durumu çıkarmaktır. Nitekim bazı müfessirler: “Bunda, görebilen (mütevessimîn) insanlar için ibretler vardır” (el-Hıcr 15/75) âyetinde geçen el-mütevessimîn kelimesini “ferâset sahipleri” anlamına yorumlamışlardır. Feraset, bakmak ve duymakla ilgilidir. Bu bağlamda feraset sahibi; ileri görüşlü, aklını kullanan, ibret alan, düşünen anlamlarına gelir. “Tevessüm”, sîma kelimesinden gelir. Bu da alâmet ve işaret demektir. Bundan dolayı, ferâset sahibine mütevessim denilmiştir.
Ferâset kelimesinin iştikâkı, Arapların, “ferase’s-sebuu’ş-şâte/vahşi hayvan, koyunu parçaladı” sözlerinden alınmıştır. Buna göre ferâset, sanki bilgilerin sökülüp alınmasıdır. Allah’ın kalbe bıraktığı bir nûr ile insanın hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan ve faydalıyı zararlıdan ayırmasına ve muhataplarının karakterlerini teşhis etmesine “ilahi ferâset” adı verilmiştir. Bu ilâhi ferâsetin hakikati, kalbe hücum edip ona aykırı düşen şeyleri ortadan kaldıran bir düşünce biçimidir. Bu düşünce (hâtır) kalbe, aslanın avının üzerine atıldığı gibi atılır.
Ferâsetin derecesi, kişideki iman kuvvetine göre farklılık kazanır. İmanı daha kuvvetli olanın ferâseti daha keskindir. Bundan dolayı Ebû Saîd el-Harrâz (ö. 286/899): “Ferâset nûruyla bakan kimse, Hakk’ın nûruyla bakar” sözüyle, ilâhi ferâsete işaret eder. Hz. Peygamber (a.s) bir hadislerinde “ferâset” melekesini şöyle açıklar: “Müminin ferâsetinden sakının. Zira o, Allah’ın nûruyla bakar.” (Tirmizi “Tefsir” 15).
Dolayısıyla, ileri görüşlü, manevî terakki sahibi olmanın imanla çok yakın bir ilişkisi vardır. Hidâyetin ileri mertebelerinden olan ferâsete örnek, Hz. Süleyman ve Davud (a.s)’ın yaptıkları içtihatlarında ve verdikleri hükümlerdeki isâbettir. Sahabeden Abdullah İbn Mes’ûd (ö. 32/654), insanların önsezisi en kuvvetlisinin şu üç kişi olduğunu söyler. Bunlar; Aziz, Şuayb (a.s)’ın kızı ve Hz. Ebûbekir’dir. Kur’an’da anlatıldığına göre, vezir Aziz, Yusuf (a.s) hakkında hanımına: “Ona güzel bak, belki bize faydası olur. Yahut da onu evlat ediniriz”(Yusuf 12/21) derken; Şuayb (a.s)’ın kızı babasına Hz. Musa (a.s) hakkında: “Onu ücretli olarak tut” (Kasas 28/26) dedi. Hz. Ebubekir de yerine Hz. Ömer’i halife olarak bıraktı. İşte bu ileri görüşlülüklerinden dolayı adı geçen üç kişi, insanların en ferasetlisi olarak kabul edilmiştir.
Sonuç olarak, ferâset, zekâ kıvraklığı, ileri görüşlülük önsezi ve derin anlayıştır. Bu bağlamda, akıl ve ferâset arasında çok yakın bir anlam ilişkisi vardır. Ferâset, sebebi bilinmeksizin, insanın hatırında meydana gelen bir bilgi sıçramasıdır ki, doğrudan akla yansır. Buna kalbe üflenen bir çeşit bilgi akışı olarak da bakılabilir. Tıp ilminin çoğu, doğru ferâsetle birlikte tecrübeye dayanır. Nasıl ki, gök gürültüsü ve şimşek çakışı yağmura, ufuk tarafından başlayıp açık denize doğru gelen karaltı fırtınaya işaret ederse, idrar tahlili ve hastanın rengi onun hastalığının teşhisine delâlet eder. Esas olan gönül gözüyle maddi gözün birlikte yürütülmesidir. Görme organı olan gözü kör olan kimselere, güneşin faydası olmadığı gibi, asıl sînelerde yer alan gönül gözü kör olan kimselere de sayısız deliller fayda vermez. O halde yapılması gereken baş ve gönül gözü arasındaki koordinatları iyi sağlamaktır. Dolayısıyla bugün feraset sahibi Müslümanlara büyük ihtiyacımız vardır.