Sezai Karakoç’un “bozgunda bir fetih düşü” olarak tanımladığı Yahya Kemal, İstanbul’u Fetheden Yeniçeriye Gazel şiirine şu mısra ile başlar:
Vur pençe-i Alî’deki şemşîr aşkına
O Ali, Allah’ın aslanı Hazreti Ali’dir, evet. Aynı zamanda “pençe-i alî” dir o, yüce bir pençedir. O pençe de, o pençenin kavradığı şemşir, yani kılıç da, evet, can almış, kan dökmüş, kelle uçurmuştur ama bütün bunları keyfi için, nefsini tatmin için, zulüm olsun diye, şan ve nam kazanmak uğruna değil, Yüce Allah’ın rızasını tahsil için, emrini tatbik için, insanlığa örnek kıldığı Rasûl’e ittiba ve imtisal için yapmıştır. O kılıca ve işlerine başka anlamlar yüklemeye çalışanlar, Allah’ın muradını anlamaktan gafil zavallılardır. Bunlar, kendi dar, kısır, zalimâne ve câhilâne duruş ve yönelişlerine kapanmış küçük yaratıklardır. Kendi küçüklüklerini açmak, aşmak, büyüklüklere açılmak yerine, hakkın ve haklıların açık, apaçık büyüklüklerini örtmek, gizlemek, saklamak, kapamak, böylece küçültmek istediklerini anlamayacak; insanı hayvanlığa ve daha altına mahkûm ve mahpus ettiklerini göremeyecek denli körleşmişlerdir. Ellerindeki ışıltılı projektörlerle, güneşi gölgede bırakmaya yeltenen, ayın önüne perdeler geren bu cambazlar, sözde akıl ve cafcaflı bilimsellik köpüğünde sörf yaparken maalesef, çok sayıda izleyici ve alkışçı toplayabilmektedirler. Onlara katılmak ve kapılmak şöyle dursun, dönüp bakmak bile; kulak asmak şöyle dursun, kulak misafiri olmak bile zaman kaybından ibarettir. Göz atılması, gözden geçirilmesi, göze alınması gereken de, kulak verilmesi gereken de “pençe-i Ali’deki şemşir”dir. Çünkü o kılıcın çeliğine adalet ve merhamet suyu verilmiştir. Ve o kılıç, falan sarayın deposunda, filan müzenin sergeninde, feşmekân kitabın sayfalarında değil; beynimizin kıvrımlarında, kalbimizin damarlarında, sinir uçlarımızda capcanlı duruyor ve elimizi uzatmamızı bekliyor olmalıdır.
Gülbangi âsümânı tutan pîr aşkına
O pîr, bu topraklarda Allah’ın sözünün neşredilmesi, kök salması, dallanıp budaklanması için canıyla başıyla, canlarıyla yoldaşlarıyla mücadele etmiş; ocaklar kurmuş, aşlar kaynatmış, güvercinler ve nefesler uçurmuş Hacı Bektaş Veli Hazretleridir. Yunus’a kılavuzluk edendir o, Mevlânâ’ya muhabbet ve hürmet besleyendir, Yeniçeriye manevî rehberlik edendir.
Onun gökleri tutan gülbanginden bir cümlecik:
Hayırlar feth ola,
Şerler def ola!
Evet, hayırlar, iyilikler, güzellikler açıldı mı; şerlere, kötülüklere, zulümlere, def olup gitmekten başka çare kalmaz. Kötülüğü uzaklaştıralım da, iyiliğe yer açılsın, diye çabalayanlara veya böyle yaptığını söyleyenlere rastlıyoruz. Bu çabalar, hakikaten mahza iyilik olsa, kötülük âdeta kendiliğindenmiş gibi uzaklaşacaktır. Bu uzaklaşma, ışık gelince karanlığın yok oluşuna benzer. Karanlığı, başka bir karanlıkla değil, ancak ışıkla etkisizleştirebilirsiniz.
Hayırların fetholması, çiçekler gibi açması, güller gibi renk ve koku saçması için zihinlerimizi ve gönüllerimizi ona açmamız, ona açılmamız gerekir her şeyden önce. Hayber’den Mekke’ye, Endülüs’ten Semerkand’a, Malazgirt’ten İstanbul’a bütün fetihlerimizin özünde; insanları özgürlüğe, eşitliğe, adalete açma cehdi parıl parıl parlamaktadır: Gözümüzü açıp baksak göreceğiz bunu.
Şu dünyada, temel kaynağında “Dinde zorlama olmaz!” ilkesini koymuş olan başka bir din, ideoloji, dünya görüşü var mı? İnanç, anlamını özgür seçimde bulur ve sevgiyle geliştikçe yeni fetihlere doğru kapılar ve yollar açılır. Elbette, kapıları açan Müfettihu’l-Ebvâb’ın yardımıyla.