“Demokrasi nedir?” sorusunun cevabı muhtemelen yaşayan toplumlar ve dinler sayısıncadır. Son yüzyılımızda en çok zikredilen ama üzerinde ve içeriğinde bir türlü mutabakata varılamayan bu terim, bir yönüyle her eline alanın kendine benzetmesinden kaynaklanan bir arıza taşımasından olsa gerek bir türlü tek bir tarife kavuşamamıştır.
“Demokrasi bir siyasal aygıt mı, bir toplumsal yaşam biçimi mi, yoksa sadece hükümet ve onun işleyiş biçimini tayin eden bir yöntem mi?” konusu tartışılagelmiş ve bir türlü mutabakata varılamamıştır. Buna batıdan ve doğudan ayrı ayrı cevaplar gelmiş ve çoğu zaman bu cevap farklılığından kaynaklanan ve içeriğine kutsal gerekçeler giydirilen çok ölümlü çatışmalar yaşanmıştır. Halen günümüzde de özü bu sorulara dayanan toplumsal ayrışmalar yaşanmakta ve bu ayrışmaların acı faturaları, tartışmanın tarafı olmayan geniş kitlelerce ödenmektedir.
“Kim ve nasıl yönetecek?” sorusu kadim olduğu kadar cevabı da zor bir sorudur. O sebeple tarihte mitolojik ve kutsal devlet anlayışı sürekli kullanılmış ve otoritenin kararlarına yüksek bir merciden neş’et eden bir misyon yüklenerek tartışılmaz kılınmıştır. İslam peygamberi Muhammed (as)ın kendisinden sonra kimin ve nasıl seçileceği konusunu açıkta bırakarak vefat ettiğini biliyoruz. Bunun ne bir unutmadan ne de bu meselenin çok önemsiz görüldüğünden dolayı atlandığını iddia etmemiz düşünülemez. O sebeple bu konunun bir çatışmaya değil, bir uzlaşmaya ihtiyaç duyduğunu ve bu uzlaşmanın da yöntemsel olarak konjonktürel bir duruş sergilediğini düşünmemiz sanki daha doğru gibi duruyor.
Neticede Muaviye’nin seleflerinin tersine kılıç zoruyla halefini oluşturma çabasına kadar dört halife de dört farklı yöntemle ve küçük çaplı ihtilaflara rağmen büyük bir mutabakatla seçilmiştir. Bu dönemden sonra “Resul’ün Halifeleri”, “Allah’ın Halifeleri” konumuna geçtiler, kılıç zoruyla da olsa ele geçirdikleri siyasal iktidarlarına bir anlamda tanrısal bir sıfat ekleyerek kendilerini ve yönetim biçimlerini tartışılmaz kıldılar. Bu, çoğu yöneticiler elinde bireye ve topluma dönük bir zulüm aracına dönüşürken kimi yöneticiler elinde de siyasal, sosyal ve ekonomik bir büyümeye hatta toplumsal bir kucaklaşmaya sebep olmuştur.
19. Yüzyılın başlarında İngiltere ve ABD’de ortaya çıkan ve uygulanmaya başlayan demokrasi bir yönüyle dünya ölçeğinde ortaya çıkan en önemli siyasal gelişmedir. Batının demokrasiyi bir rejim olarak yaygınlaştırma ve kendi iradesine ve isteğine göre işletme çabası, bu çok önemli siyasi gelişmeyi özellikle batı dışı toplumlarda bir çatışma alanı olarak ortaya çıkarmış ve 19. Yüzyılın başından bu yana yönetime ve kimin, nasıl yöneteceğine dönük tartışmalarda yüzbinlerce insan yaşamını yitirmiştir. Bu bir yönüyle batıyı ortaçağ karanlığından kurtaran bir can simidine dönüşürken, batı dışı toplumlar için batının semirmesini sağlayacak bir gerekçe oluşturmuştur. Demokrasi ihracı üzerinden Ortadoğu ve Afrika başta olmak üzere tüm verimli coğrafyalar, batı eliyle talan edilmiştir.
Bu gelişmeler sonrası kaçınılmaz olarak Türkiye demokrasisi açısından, aynen “Türk tipi başkanlık sistemi” gibi “Türkiye’ye özgü bir demokrasi kuramı” oluşturulması zorunludur. Batı tarafından bize dayatılan ve batının dilediği zaman dilediği formatta işlettiği demokrasi kuramı, son 15 yılda çok acı olarak yaşadığımız birçok olayın da kaynağıdır. Demokrasi kimi işgüzarlar tarafından ihanetin, kalkışmanın, seçim dışı zorbalıklarla halkın tercihini yok saymanın adı olmuş ve başta ABD ve Almanya olmak üzere tüm batı buna destek vermiştir.
Eğer demokrasi Türkiye aleyhine faaliyet gösteren ajan siyasetçilerin, ajan gazetecilerin, ajan STK temsilcilerinin ve ajan provokatörlerin rahat çalışma zemini haline gelmişse, Türkiye tipi bir filtreye ihtiyaç duyduğu açıktır. Ne siyasal sistemde siyasetçi olarak ne de askeri, adli ve sivil kamuda bürokrat olarak ihanete ve ajanlığa soyunmuş olanların seçim ve sınavla yeniden o makamlarda bulanabilme hakkı olmamalıdır.
Bunun nasıl olabileceği sorusu tartışılmalı ve bir ideolojik otorite olarak değil ama siyasal hakların ve sivil özgürlüklerin kendi toplumuna ihanet etmeyecek bir çizgide olması sağlanmalıdır. Bunun zor olduğu ne kadar doğruysa, elzem olduğu da o kadar açıktır.