İnsanlık tarihinde Fravun, belli bir şahsın ismi değil, tüm Mısır hükümdarlarına verilen bir sembol adlandırmadır. Kur’an, kral-tanrı tipolojisine örnek olarak Firavun’u gösterir. O, Allah’a isyanın, tuğyanın ve her türlü zulmün sembolüdür. Ayrıca o, tevhide dayalı Allah inancından toplumunu saptıran bir isimdir. Nitekim onun bu yönüyle ilgili olarak Kur’an’da: “Firavun, kavmini saptırdı ve onlara doğru yolu göstermedi” buyrulur. (Taha 20/79).
Allah’a rağmen bir hayat yaşayan insanlar, müstağnidirler. Firavun da öyle. Onlar, Allah’a ihtiyaç hissetmezler. Dünyevileşmenin getirip bıraktığı uçurum budur. Hz. Musa ve inananların karşısında saf tutan, Firavun da böyle yapmıştır. Baş danışmanlarından olan Hâmân’a, gücünü ve iktidarını göstermek için “yüksek bir kule” yapma talimatında bulunur. Bundan amaç, Hz. Musa’nın ilahına meydan okumaktır. (Bkz. Kasas 28/38). Sanki Hz. Musa (a.s), Allah’ın gökte olduğunu iddia etmiş gibi.. Eski Sovyetler döneminde uzaya gönderilen Y. Gagarin isimli bir astronotun, Hıristiyanların Tanrısını ay’da bulamadığını söylemesi gibi bir şey, bu. Hâlbuki İslam akidesine göre, kozmik egemenlik Allah’a aittir. O, zatıyla aşkın, sıfatlarıyla içkin bir varlıktır.
Firavun’un sipariş verdiği bu kule, neyin simgesidir?
Burada kule; iktidarın, kibirlenmenin, servetin, şehvetin, şöhretin, gücün ve Allah’a meydan okumanın bir simgesidir.
Maddi iktidarını putlaştıran ve kendisini de rablik makamında gören Firavun, hayatından Hz. Musa’nın İlahını çıkardığı gibi, insanların gönlünden de çıkarmak istemiştir. O, rablik davasında bulunmuştur. İnsan bir defa temellük fikrine sahip oldu mu, hayata dair ne varsa özerkleştirir ve her şeyi kendi tasarrufunda görür. Bazen bu, iktidar gücü olur, bazen bu para gücü olur, bazen bu ilim gücü olur, bazen bu cinsiyet gücü olur. Artık onu sınırlandıran bir otorite yoktur. O, kendisini kontrolsüz bir güç olarak görür. Çünkü o, kendisini, Allah’a rağmen konumlandırmıştır.
Allah’ı hayatından çıkaran bir birey için nihai amaç, mutlak bilgiye, servete ve iktidara sahip olmaktır. Böyle bir asi ruh, Yüce Allah’a başkaldırdıktan sonra, kendi arzularını ve projelerini ilahlaştırmış ve mutlaklaştırmıştır. Bu yüzden hariçten kendisini denetleyecek ve sınırlandıracak bir güç ya da yetkili istemez. Din, onu sınırlandırdığı oranda can sıkıcıdır. Dine, bireyin hayatında ancak özel, izafi ve marjinal kalmayı kabullendiği sürece müsaade edilir. Bilginin hikmet amaçlı olmaktan çıkıp güç amaçlı hale gelmesiyle, birey Karun'un zihni tutumunu benimsemiş olur. Bilgisi teyit edildiği oranda serveti kendisine ait olur; çünkü servet üzerindeki temellükünü kendi bilgisine refere eder. Bu, bireyin bilgisinin servet bağlamında iktidarla ilişkisini belirler.(Bkz. Ali Bulaç, “Birey Temellük Eder”, Zaman, 10 Mart 2009).
Tarihte Firavunlar halklarını icat ettikleri bir “öteki/leştirme” üzerinden denetlemeye çalışmışlardır. “Sen ve öteki” diye halkı iki kampa, sınıfa ayırmak, halkın gücünü sınırlandırmak ve zayıflatmaktır. “Böl, parçala, yönet” stratejisi, Firavun taktiğidir. Eski ve yeni bütün Firavunlar, hep yönetim tarzı olarak bu taktiği uygulamışlardır.
İslam düşüncesine göre, elinde tuttuğu kamu gücünü adaletin sağlanmasında değil, zulmün koyulaşmasında kullanan her zorba, Firavun zihniyetini benimsemiştir. Onlar, sınırsız gördükleri gücü, hiç kimse ile paylaşmazlar. Bu güç, ister inanç, ister siyaset, ister servet, ister iktidar olsun fark etmez. Hepsini uhdelerinde tutarlar. Halk ise, sürü ve köle muamelesi görür. Onların nezdinde hiçbir değeri yoktur.
Firavun zihniyeti, inançlara bile ambargo koymak ister. Benim belirlediğim kadar inanacaksın, der. Hem inançlara ve hem de fikirlere sınırlar çizer. Kölenin itiraz hakkı olmadığı gibi, halkların da itiraz hakkı yoktur, mantığını sergiler. Servete, maddi iktidara ve silah gücüne dayanan her zorba, kendini ilah gibi görür. Yaptıklarından hesap sorulmasını asla istemezler. Kibirlidirler. Onların gözünde halk, toprakta debelenen solucan kadar değere sahip değildir. Onlar, ne kimseye hesap verirler ve ne de herhangi bir kimsenin kendilerinden hesap sormalarına rıza gösterirler. Düne kadar böyle bir durum geçerliydi. Ama şimdi işler çok değişti. Biz bütün bir meydana gelen değişimlerden şunu görmek istiyoruz: Şahısların değişmesi değil, halkların özgür irade ve talepleri doğrultusunda sistemlerin değişmesidir.