Bugüne kadar “oryantalizm” üzerine çok yazıldı çizildi.
Oryantalizm kısaca Batı’nın gözüyle Doğu anlamına geliyordu...
Bu nasıl bir Doğu’ydu?
Bu yazılarda doğu nasıl ele alınıyordu?
Bu yazılanların çoğunda “Batı”, “Doğu”yu geri, medenileşmesi gereken bir yer olarak görüyor, doğulu toplumları “ehlileştirilmesi” gereken toplumlar olarak ele alıyordu.
Batının bu görüşü doğu toplumlarındaki aydınlar tarafından da çoğu defa hararetle savunuluyor, “müstemlekeci aydın” tanımlamasına yol açacak bir aydın tipi de doğuruyordu.
Bu oryantalist bakış açısı aslında doğu ve batı arasındaki köprünün bir türlü kurulamamasının da bir nedeni olarak zuhur ediyordu.
Bu köprünün kurulamamasında batıyla doğu arasındaki münasebetin hangi boyutta geliştiğibüyük önem arz etmektedir.
Batı kendi toplumlarında “eşit” bireyler yaratırken kendi medeniyet çevresinden olmayan toplumlara “emperyal” bir bakış açısıyla yaklaşmış, batının “siyah” ve “beyaz” dikatomisi en acımasız bir şekilde bu toplumlara karşı kendini göstermiştir.
Bu ilişki maalesef büyük bir çoğunlukla beyaz adamla siyah adam arasındaki ilişki türüne işaret eder bir nitelikte gelişmiştir.
Batı “beyaz”dı, doğu “siyah”…
Bu karşıtlık doğu üzerine yapılan araştırmalarda ekseri olarak bir bilinç altı yansıması şeklinde daima varlığını korudu.
Doğu’ya yönelik bu bilimsel sosyolojik çalışmalar doğu ile batı arasındaki dini, kültürel savaşlardan çok daha tahripkar, çok daha etkili oldu.
Doğulu ise “batı”ya dönük geliştirdiği, “günahkarlar”, “düşük ahlaklılar”, “zalimler” tezinin çoğunu kendilerine dönük bu “bilimsel” ötekileştirmelerden kaynaklanan “oryantalist” bakış açısına beslediği düşmanlıkla yeni bir boyuta taşıdı.
Bu da “batı düşmanlığı” diyebileceğimiz, “garbiyatçı” yaklaşımını doğurdu.
Batıya ait ne varsa herşey kötüdür, çünkü onlar “kötülük” üzerine bir dünyanın temsilcileridir tezi “garbiyatçı”lığın temellerini oluşturdu.
Modernizme düşmanlıkta diyebileceğimiz bu yaklaşım “Batı”nın “murdar” bir medeniyete sahip olduğu tezi üzerine kuruldu.
Batı denen bu “murdar” medeniyet, gittiği heryeri kendisi gibi kirletmekteydi.
Onların demokrasisi de, teknolojisi de, bireyciliği de bu “ahlaksız” medeniyetin ajanlarıydı.
Ondokuzuncu yüzyılın bu “hastalıklı” diyebileceğimiz, birbirini her hâlükârda düşman gören “garbiyatçılık” ve “şarkiyatçılık” yaklaşımı bütün doğulu ve batılı toplumlarda etkin bir şekilde varlığını korudu.
Tarih kitaplarında bu stereotipiler baş köşeye oturtuldu.
Bu stereotipler “Barbar Türkler” ve “Zındık Gavurlar” şeklinde toplumların tamamında karşılığını buldu.
20. Yüzılın son çeyreğinde soğuk savaşın bitimiyle ve toplumlar arasındaki etkileşimin artmasıyla birlikte yeni bir süreç yaşanmaya başladı.
Bu süreç birbirlerini “tanıma” süreciydi.
Türklerin öyle barbar olmadıkları, Batılıların da da öyle zındık gavurlar olmadıkları düşünülmeye, dillendirilmeye başladı.
O toplumlarda yaşayan bireyler, yüzyıllardır kitaplarda anlatılanların ne kadarının doğru ya da yanlış olduğunu bu “etkileşim” sürecinde birbirini tanıyarak anlamayı denediler.
İçinde bir kısım gerçeklik taşımasına rağmen “Garbiyatçılar” da “Şarkiyatçılar” da anlattıklarıyla toplumlarını büyük ölçüde aldatmışlardı.
Ne batı ne de doğu onların anlattığı gibi çok kötü, öcü bireylerden oluşuyordu.
Her birey yaratılışlarında var olan kötülükleriyle ve iyilikleriyle bulundukları toplumların arızalarını ve güzelliklerini taşıyan nitelikleriyle tarihten bağımsız olarak değerlendirilmeliydi.
Devletler arasındaki husumetleri tarihe bırakarak bireyler olarak insanlığın ortak acılarına birlikte üzülebilir, ortak başarılarını birlikte kutlayabilirdik.
Şark ve garp sadece birer yön olarak ilk anlamlarıyla var olmalıdır tezi şimdilerde en çok dile getirilen görüş olarak karşımıza çıkmış durumda...
Bu görüşlerin etraflıca bir değerlendirilmesinin yapıldığı Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlanan “Garbiyatçılık” kitabını okumakta yarar mülahaza ediyorum.
Bugüne kadar hep “Şarkiyatçılık” okuduk, biraz da “Garbiyatçılık” okumaya ne dersiniz?