Bir an kendini büyük bir işkence cenderesinin içinde bulmuştu. Kim olduklarını anlayamadığı bir grup, ellerinde olan ve daha önce hiç görmediği acayip şeylerle yüzüne ve sırtına vuruyor, vücudunun her yerine ayrı bir yara açıyorlardı. Çocukluğunda köyünde hiç uyuşturmadan dişini çekmişlerdi. O acıları hatırladı. Ama sadece dişini çekmiyorlar, bütün kemiklerini kırıyorlar, damarlarını ve sinirlerini tek tek cımbızla söküyorlardı. Dayanılmaz bir acıydı bu.
“Bu hakkında çok şeyler söylenen ölüm acısı mı yoksa?” diye düşündü. Ölümün varlığını kabul ederdi ama bu kendisi için olmamalıydı. Ölüm hep başkaları için gelirdi. bir ara merak edip sordu “Siz herkese böyle mi davranırsınız?” Cevap gecikmedi; “Hayır, biz adamına göre muamele yaparız.” O zaman ben ağır işkencelere maruz kalacak gruptandım. Yani Muhammed suresi 26-27. ayette Allah Meğer şöyle diyormuş; “Evet, öyledir. Çünkü onlar, Allah’ın gönderdiğini beğenmeyenlere gizlice söz vererek, “Biz Kur’an’a inanıyor gibi görünsek de bazı konularda size itaat edeceğiz!” demişlerdi. Oysa Allah, o gizli konuşmalarını çok iyi bilmekteydi. Peki, ölüm melekleri onların yüzlerine ve sırtlarına vura vura canlarını söküp alırlarken, halleri nice olacak?” İşte şimdi tam da bunu yaşadığını fark etti.
Sonra kendisinin, yine kendine ait olan veya olduğunu sandığı, durmadan üzerine titrediği cesedini terk ettiğini hissetti. Sanki iki ayrı şey olmuştu. Yerdeki cesedinden kendisi bile iğrenir hale gelmişti. İnanması zordu ama olan da buydu.
Geride bıraktıkları onu alıp önce soydular. O hayattayken ne insanlar soymuştu! Onlardan kiminin malını soyup almıştı, kiminin şerefini, haysiyetini… çok güçlüydü çünkü. Ama suç kendisinde değildi. Onlar önüne çıkmıştı da hepsi ondan olmuştu. Bu sefer kendisi teslim olmuştu. Hem de tamamen. Yapacak bir şey yoktu. Üzerindeki kıyafetleri bir başkasının çıkarması ne kadar da büyük bir acziyet ifade ediyordu. Oysaki o acziyetten nefret ederdi.
“Neden kesiyorsunuz ki? Bunlar çok kıymetli ve marka kıyafetler. Daha yeni almıştım” diye müdahale etmek istedi. Ama sesini duyuramadı. Cesedini alıp başka bir yere götürdüler. Tanımadığı birkaç kişi onu yıkayacaktı. Üzerine dökülen suyun çok sıcak olduğunu hissetti. İçi gibi dışı da yanmıştı. Tarifsiz bir korku hissetti. Bağırdı, çağırdı, çok şey yaptı ama kimseye duyuramadı. “Ben daha serin ortamlarda, tatlı sularda yaşamayı seven insanım. Ben tatlı sularda, serin şartlarda, rahatsız olmadan ve her iki tarafa da gülücükler dağıtarak işlerimi yürüttüm. Böyle yapmayın bana” diye yalvardı.
Para, mal, servet ve makam gibi olguların dışında hiç bir şeye teslim olmayı sevmezdi. Bir imamın eline teslim olmak mı? En son düşüneceği şeydi… Ama şimdi “gassal elinde meyyit” olmuştu. İnsan kaçtığı şeye ne de kolay yakalanırmış…
Kimse onu duymadı ve işlerine devam ettiler. Zira o da eskiden kendisine yalvaranlara kulak vermez “ben işlerimi bildiğim gibi yaparım. Senin evin, ailen ve açlığın beni ilgilendirmez. Ben Kızılay mıyım?” diye çıkışır ve kovardı. Sonra hiç de beğenmediği, rüyada bile görmek istemediği beyaz bir kumaşa sardılar. “Benim oğlum bunların en kalitelisini alırdı. Ama neden almadı ki?” diye hayıflandı. Gerçi yıllar önce babası ölünce o da kendi derdine düşmüş ve babasının nelerden hoşlanacağını hesap etmeden kalabalığa karışmıştı.
Kefen adı verilen beyaz kumaşa sarıp bir sandığın içine koydular. “Burası çok dar” diye bağırdı ama gene kimseye duyuramadı. Kapağını kapatınca karanlığı hissetti. Birden içine girdiği sandık daha da doldu. Kapağı kapalı olsa da durmadan birileri içeri giriyordu. Kendisine yer kalmadı neredeyse. Çok yakınında olan ve durmadan ona sıkıntı veren birisine “Buraya ilk ben gelmiştim. Siz nereden çıktınız? Neden beni rahatsız ediyorsunuz?” diye sordu. Sorunun muhatabı bir kahkaha ile “Seni yalnız bırakmayacağız. Sen bizi tanıyamadın, az sonra tanırsın. Bu dünyada az insanı yerinden etmedin. İncittiğin, yaktığın, kırdığın, unuttuğun kadar çoğalacağız. Bize dayanacaksın. Artık biz senin ayrılmaz arkadaşlarınız. Senin dünyada yaptığın hazırlıklarız” diye cevap verdi. Küçük bir sivrisineğe bile dayanamayan o narin bedeni, binlerce yılan çıyanla beraberdi artık.
Madem bunlara sözü geçmeyecek en iyisi dışarıya kulak kesilmek diye düşündü. Acaba dışarıda neler oluyordu? Birisi beni buradan kurtarmayacak mı diye düşündü. Dışarıda kızı annesine sarılmış ağlıyordu: “Anne! Babam nasıl ölür? Neden babam öldü? Dünyada ölmek için sırasını bekleyen daha çok insan yok muydu? Babam hayallerini gerçekleştiremeden gitti. Kim yaptı bunu ona?” Oğlu öbür taraftan devam etti; “Ah Babam! O dünyanın en iyi insanıydı. Hiçbir kalbi kırmadı. Hiç kimseye zarar vermedi. Hiç haram yemedi. Ne çok çalışırdı. Bizi de çok severdi. Bundan sonra onun izini ben takip edeceğim. Söz veriyorum baba! Yarım kalmış projelerin hepsi hayat bulacak. Hele geçmek için uğraştığın rakiplerin var ya… Ben onlar için aslan olacağım. Onlara unutamayacağı dersler vereceğiz. Senin vurduğun tokattan daha güçlüsünü onlara vuracağım” diye vaatlerini sıraladı. Babası için dizdiği övgü cümlelerine kendisi de inanmıyordu. Ama kocaman bir servet vardı ortada. Gerçi bu cümleler kız kardeşinin hiç hoşuna gitmemişti. Zira bunlar babasına ait mirasın üzerine tek başına oturacağının bir işaretiydi. Neyse şimdi burada tatsızlık çıkarmak istemedi.
Bunları duyunca “Neler oluyor burada? Ben gerçekleri öldüm mü? Bu dünyada ölüm diye bir şeyin vardı, onu bilirdim. Sonuçta babam da ölmüştü. Ama benim ölmem için çok erken değil miydi?” diye düşündü. Hala bir yardım bekliyordu. “Peki oğlum beni neden kurtaramadı? Avukatlarım nerede? Onlar da mı bir şey yapamadı. Ben onlara bunca parayı niçin ödüyorum. Danışmanlarım, ortaklarım, dostlarım, siyasi desteklerim hiç kimse mi bir girişimde bulunmadı?”
Sonra dostlarının, düşmanlarının, dost gibi görünüp de birbirinin kuyusunu kazan bütün tanıdıklarının sesini duydu sırayla. İçinde nefes almakta zorlandığı iğne ucu kadar boş yer kalmadan amelleriyle dolu olan bu sandığın / tabutun içinde nereye getirildiğini anlamaya çalıştı. Az sonra ezan sesini duydu. Bu sesi çok duymazdı. Evi, iş yerini daha da önemlisi gönlü ezan sesinden uzaktı. Ezanı arada bir cumalarda duyardı. Üç haftada bir mutlaka cumaya gitmeyi adet edinmişti. “Üç hafta üst üste Cuma kılmamanın büyük bir suç olduğunu” öğrenmişti. O da bu suçu istememek için üç haftada bir mutlaka Cuma namazına giderdi. Ezan sesine bakılırsa cenaze namazı için bir caminin bahçesine getirilmişti. Bu konudaki pişmanlıkları yeniden ezip geçti tüm bedenini.
Hangi camideyiz ve kimler geldi acaba diye düşünecekti ki hiç birisinin kendisine bir faydasının olmadığını anladı. Malı, mülkü, serveti ve tüm hayatı için pişmandı, kazandıkları şimdi ona işkence etmek için bekliyordu. Karısına, çocuklarına ait eksik kalan manevi görevleri onun boğazına çökmüştü. Arada bir cumaya gidiyor olsa da oğlunun elinden tutup yanında götüremediği için boğazına çökecek kocaman bir vebal vardı sırada... Cenaze alanındaki çiçekler, görkemli giyimler, kalabalığın çokluğu; onun için hiç de önemli değildi. Oğlu göz ucuyla gelen çelenkleri saysa da bu işler kalanları memnun ederdi ancak. Ailesi ve malının etkileri de oradaydı.
Sonra cenaze namazı kılındı. Namaz kılmayan bir adamın cenaze namazını camide onu tanımayan küçük bir grup kılmıştı. Ailesi ve diğer dostları, siyah güneş gözlüklerinin ardına gizlenip kenarda izlemekle meşguldü. İmam o meşhur soruyu sormuştu “hepiniz hakkınızı helal ediyor musunuz?” Bu sorunun cevabından çok korkmuştu. Düşününce buna hayır diyecek o kadar çok insan vardı ki… Hakkını helal etmeyecek ne çok insan bırakmıştı arkasında. Şimdi kimseye yalan söyleyemediği için itiraf etme vakti gelmişti. Cılız çıkan birkaç kişilik ses “Helal olsun” dedi. Kendisi bile inanmadı bu cevaba.