Duyularımızın ötesinde ve bilgimizin dışında kalan hususlara gayb denilir. Eğer bir şeyi duyu organlarımız yoluyla algılayamıyor ve aklımızı kullanmak suretiyle açık bir bilgi edinemiyorsak, o şey bizim için gaybdır, bilinemezdir. Artık o konuda bilgi elde etmemiz sadece onu bilenin haber vermesiyle(vahiy, nübüvvet) mümkündür. Meselâ, Allah’ın zâtı duyularımız ötesindedir. Fakat O’nun varlığını, eserlerine bakmak ve aklımızı kullanmak sûretiyle idrak edebiliriz.
O halde Allah bu manada gayb konularından değildir. O’nun sıfatlarına gelince, onları da duyularımızla idrak edemiyoruz. Aklımız da bu konuda tam ve kesin bir bilgi sunmuyor. Bunun gibi, âhiret halleri, cennet, cehennem ve özellikleri de bizim için gaybdır. İşte bu hususları peygamberin bildirmesiyle (haber) öğreniyoruz.
Geçmiş olaylara gelince, ya onlara doğrudan şâhit olmuşuzdur veyâhut da tevâtüre dayalı olarak şifahî ya da kitabî yollardan öğrenmişizdir. Geçmişte yaşanmış tarihî olaylar ve şahsiyetlerin bilgisi bu bilgi türüne bağlıdır.
İnsanın merak alanına giren konulardan bir diğeri de gelecekle ilgili bilgi meselesidir.
Gelecekle ilgili olay ve olguları, sadece Allah bilir. Ama ne var ki insan geçmiş tecrübelerine dayanarak bazı olaylar hakkında tahminlerde bulunabilir. Bütün bu tahminler, zandan ibarettir, kesin, yakîne dayalı bir sonuç değildir. Kur’an’dan öğrendiğimiz kadarıyla, Allah (c.c)’ın, gaybın bilgisini kendisine hasrettiğini görüyoruz: “De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilemez.” (27/Neml, 65).
Yukarıdaki âyetten öğrendiğimize göre gaybî bilgiyi sadece Allah bilir. O’ndan başka kimse bilemez. Ama bu genel kaidenin bir istisnası vardır ki, onlar da peygamberlerdir. Allah peygamberlerinden seçtiği bazılarına gaybı kısmen bildirmiştir. Bu hususta şöyle buyrulur: “Gaybı bilen O’dur. Beğenip seçtiği peygamber müstesna, kimseyi gaybına vâkıf kılmamıştır.” (72/Cinn, 26-27). Bu âyetin ortaya koyduğu bir gerçek vardır. O da her peygamber değil, bazı peygamberlere gaybın bilgisi verilmiştir. Bu da mutlak ve sınırsız değildir. Onlar, mucize kabilinden sadece Allah’ın öğrettiklerini bilebilirler.
İtikâdî açıdan gerçek bu iken, geçmişte ve günümüzde okült eğilimlerin dinî inançları yozlaştıran etkileri hâlâ bir gerçektir. Okültizm, mâhiyeti tam olarak bilinemeyen konularda, ruhî yetenekleri kullanarak veya ruhlar âlemi ile ilişki kurarak duyular ötesi varlık ve olaylardan haber verilebileceğini veya olağanüstü işler yapılabileceğini iddia eden akımlar için kullanılan bir kavramdır.
İslam öncesi câhiliye toplumunda bu işi yapan kimselere kâhin, eski Türklerde ise, şaman adı veriliyordu.Hâlbuki İslam dinî duyular-ötesi âlemle irtibat kurup onlardan haber verebilmeyi vahye; işleyen tabiat kurallarının devre-dışı bırakıldığı olağanüstü işlerin yapılmasını ise mu’cizeye tahsis etmiş ve bunların her ikisini de peygamberliğin özelliklerinden saymıştır.
Son Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in irtihali ile vahiy sona ermiş ve mu’cize gösterilmesi imkânsız hale gelmiştir. Artık bu tarihten sonra Müslümanlar arasında gaybtan haber verme hali olamaz. Teorik gerçek bu olmakla beraber, pratikte aksi istikamette bazı gelişmeler olmuştur.
İslam coğrafyasında bilhassa halk arasında fal, büyü, cefr, havas, esrâr-ı huruf, rüya tabiri gibi usuller olabildiğince yayılmış ve toplumun büyü ve kerametle kontrol altında tutulduğu görüntüsü verilmiştir. Böylece İslam kültürü akılcı olmaktan uzaklaştırılmıştır.
Günümüzde en yaygın bid’atlardan birisi; gaybdan haber verdiğini iddia eden kâhine/medyuma başvurmak; ikincisi ise, olağanüstü işler başardığına inanılan sihirbazlara inanmaktır. Dolaylı olarak kâhinler yaptıklarıyla vahye, sihirbazlar ise, yaptıklarıyla mu’cizeye alternatif olduklarını iddia etmiş olmaktadırlar.
Netice olarak Müslümanların itikadı yeniden düzeltilmeli ve saptırıcı önderlere ve onların sapkın inançlarının ağına/tuzağına düşmelerinin önüne geçilmelidir. Ancak bunun yolu da doğrudan ve doğru bir şekilde Kur’an ve yaşayan sünnet bilgisine sahip olmakla gerçekleşebilir.