Yazar, niçin yazar? Bir çok sebep söylenebilir; ama bizce yazar, kendisini ifade etmek için yazar. Yani, hiç değilse, biraz da kendisi için yazar. Ruhunun çalkantılarına dinginlik sağlayacak bir liman arama çabalarıdır yazı onun için. Fikir çilesi çeken biri, bu yolla, fikrî olarak durduğu yeri (başkaları için olduğu kadar) kendisi için de aklileştirmeye çalışır. Yani, başkasına anlatırken kendisine anlatmaktadır; başkalarını ikna etmeye çalışırken kendi içindeki sorulara cevap vermektedir; kendisini tahkim etmektedir; kendisini yeniden inşa etmektedir. Evet, yazmak suretiyle yazar, inandıklarına yeniden inanmakta (inanç tazelemekte), inanma derecesini kuvvetlendirmekte; iç dünyasındaki muhasebeleri ortaya dökmektedir. Tabii az ya da çok fikir haysiyeti taşıyan; kalemini kiralamayan yazar için geçerlidir konuştuklarımız. Diğerlerini bahse değer bulmuyoruz.Takip edenler bilir; Memlekette her çeşitten güzel, çok güzel yazılar yayımlanır. Memleket, yerli kalarak yerelliği aşıp milli hüviyet arz eden bir yapıya sahiptir; yazı kadrosu olarak çok zengindir; adetâ bir okuldur. Sol hareket, dünya genelinde özgürlükçü bir hareket olarak bilinir. (Buradaki özgürlükçülüğün kapsam ve boyut olarak doğruluğunu/yanlışlığını tartışmadan sadece bir tespit yapıyoruz.) Sol, çoğu ülkede, ülkemizde olduğu gibi rejimle entegrasyon çabası gütmez; rejimlere payanda olmaz; rejimlere yaslanarak meşruiyet aramaz. Sol hareketi ortaya koyan ilkler, onun yenilikçiliği (bir anlamda devrimciliği) üzerinde hararetle dururlar ve bu çerçeveden olmak üzere değişimi neredeyse kutsarlar. Tabii, bu duruş da bu hareketin, genellikle rejim muhalifi konumunu belirler.Ülkemizde ise, solun söylemlerinin rejimin söylemleriyle örtüştüğünü; solculuğun, resmi ideolojinin tartışmasız bir şekilde savunuculuğu olarak anlaşıldığını ve uygulamada hep böyle tezahür ettiğini; rejime-rejimin banisi olarak ilan edilen kurumlara yaslanarak varlığını sürdürmeye çalıştığını hep birlikte gözlemekteyiz. Bu en azından siyasal temsil kademesinde böyledir. Fert temelinde bu duruşa karşı tavır belirleyen, tabiri caizse, tanımına uygun solcu olan kimseler de yok değil; ancak maalesef bunlar camiaya yön verme konumundan uzak.Bildiğim kadarıyla, Zeki Oğuz Ağabey kendisini solcu olarak tanımlar. Saygı duyuyoruz Kimi, kendisini solcu; kimi, sağcı olarak tanımlar; kimi de, solculuğu ve sağcılığı reddeder (özellikle İslama aidiyetini öne çıkaranlar), kendisini sadece Müslüman olarak tanımlar ve öyle tanımlanmak ister. (Ben de bu son sınıftanım.) Herkesin duyarlılığı kendisini tanımladığı çerçeve ile ilişkilidir; Ancak bazen, çeşitli sebeplerle, aslında olmaması gereken bir tarafa savrulduğu, savunması gereken/kendisinden beklenen davranışların/fikirlerin tam tersini savunduğu görülebilir. Bu, genelde, arızí bir durumdur. Kendisiyle konuşulduğunda, o farklı duruşunun muhasebesini yapar; ya duruşunu düzeltir ya da anlaşılma sorunu bulunduğu konusunda insanları ikna eder.Yazılarını, bir çoğunda kendimizden bir parça bularak, olayları bizzat yaşamışız gibi/gezilen yerleri beraber geziyormuş gibi hissederek, zevkle okuduğumuz Zeki Oğuz ağabeyin bir yazısını, yazısından bir kısmını konu edeceğim.Ağabeyimiz, Bir Gezginin Anıları dizi yazısının üçüncüsünde şöyle diyor:Siyasiler, türban, kara bürgü, başörtüsü diye yine toza dumana boğdular yine ortalığı. Başörtüsü bizim kadınlarımızın geleneksel kıyafetidir. Türban ve kara bürgü ise şeriatçı ve tarikatçı kesimin simgesi oldu.Bu noktada zihne bazı sorular takılıyor. Sorularımızı ve tespitlerimizi ortaya sıralayalım.İlk olarak, son toz-duman, siyasilerin çıkardığı bir toz duman mıdır; yoksa önce Demirel ve taifesinin hesaplarına alet olan medyanın ve derin güç temsilciliğine soyunan odakların çıkardığı, sonra Baykal ve ekibinin sermaye bulmuş edasıyla üzerine atladığı manipüle bir tartışmadan kaynaklanan toz duman mıdır? İkinci olarak acı çeken, mağdur edilen insanlar varsa, sorun vardır. Ve sorunların çözüm kademesi siyasettir. Seçimler insanların sorunlarını çözecek siyasi kadroları belirlemek için yapılır. Bu nedenle siyasetçilerin sorunla ilgilenmeleri gayet tabii, hattâ kaçınılmazdır. Üçüncü olarak eşyayı doğru isimlendirmek gerekir. Başa örtülen şey başörtüsüdür. Bu anlamda şapka da türban da birer başörtüsüdür. Lâkin türban, ülkemizde birilerinin yanlış olarak isimlendirdiği başörtüsü şeklinin adı değildir; türban, özellikle Hintli soyluların/din adamlarının ve Sihlerin, alından kulak memelerine, başı sıkıca saran örtüsünün adıdır. Türban biraz farklı olmasına rağmen sarığa benzetilebilir.Başörtüsü bizim kadınların geleneksel kıyafetidir cümlesinde, geleneğe bir kutsama varsa, tanımına uygun sol zihniyetle bu uyuşmaz. Bu bir kutsama değil onama ise ve bununla niçin gelenekte olduğu şekilde başörtüsü kullanmıyorsunuz denilmeye çalışılıyorsa, siz niçin sekiz köşe kasket giymiyorsunuz? Çünkü o da gelenek haline geldi. Köylülüğü temsil ettiği (şuuraltında bugün böyle hissediliyor) için mi acaba? Siz kendi imajınızı belirlerken, herhangi bir gerekçe ile gelenekten ayrılırken, kızlarımıza gelenekten ayrı bir kıyafeti/imajı neden çok görüyorsunuz. Kim bilir, onlar da, bu farklılıkla kendilerini kültürlü-medeni-modern vs hissediyor ve/veya öyle algılanmak istiyorlardır, belki de. Modernite (yenileşme) üzerinde, bir de bu cepheden, durmak gerekmiyor mu acaba? Modern-dindar gelenekten ayrılıyor diye eleştirilecekse bizce bu, sol tarafından değil, diğer dindarlar tarafından yapılmalıdır.Simge konusuna da girecektim ama, bu simge lafı artık iyice bezdirdi; üstelik yazı çok da uzadı. Sanki bıyığımız-sakalımız giydiğimiz-kuşandığımız her şey, bir nevi, zihinlerimizde anlam karşılıkları olan, birer simge değillermiş gibi, tutmuş, başörtüsünün simgeliğinden bahsediyoruz. Kime ne efendim? Kendisini bir simge ile ifade ediyorsa etsin; o simgeyi gelip sizin başınıza dolamıyor ya Kimseye, özellikle bu ülkeye, bu toprağa/insanımıza bağlı büyüklerimize edepsizlik kastımız olamaz. Öyleyse, sürç-i lisan ettikse affola, diyoruz. Selâm ile efendim