İslam Dini'nin özünü tevhid inancı oluşturur. Tevhid, her şeyden önce Allah Teâlâ’yı zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir kabul edip; zatında, sıfatlarında ve fiillerinde O'na bir başkasını denk, emsal ve ortak tutmamak demektir: "De ki: O Allah bir tektir" (İhlas, 112/1). Bu âyette vurgulandığı gibi inanan insana gerekli olan Allah'ı isim ve sıfatlarıyla bilmesi ve O'na yürekten inanıp bağlanmasıdır.
Tevhid, bir binanın su basmanı gibidir. Nasıl ki binaların zemin etütleri iyi tespit edilmeden kaç nokta şiddetindeki bir depreme dayanıklı olacağı matematiksel manada iyi hesaplanmadan yapılırsa, böyle bir bina her zaman risk faktörü taşır. İşte iman da buna benzer. Evvelâ, kişilik etütleri iyi yapılmalı, insanımız yetiştirilirken imanın muhafazası için kaç derecelik bir şirk, küfür ve inkar şiddetindeki fikir depremine dayanabileceği önceden iyi tespit edilmeli ve buna göre eğitim verilmelidir. Dolayısıyla, birey ve toplum yapısında tevhit inancı, sağlam temeller üzerine oturmadan sağlam duruşların ve şahsiyetli kişiliklerin ortaya çıkması veya sürdürülmesi kolay değildir. Müslüman’da tevhide dayalı bir bakış açısı netleşmediği zaman, zihni yapıda ikilem ve parçalanma gibi derin fay hatları oluşur. İslâmî literatürde orijinal ifadesiyle bu fay hattının ve parçalanmanın adı, şirktir. Şirk, kişinin; Allah'a, kendisine ve kader birliği ettiği toplumunun değer yargılarına yabancılaşmasını beraberinde getirir. Zihni ve ruhi hayatta meydana gelen bu parçalanma/ikilem, değerler alanındaki savrulmalara yansır, fert bazında tek bir insanla da sınırlı kalmaz, sosyal hayatta insanın konumuna ve itibar derecesine göre; "kan dökücü ve ayrılık çıkarıcı" (Bakara, 2/30) özelliğini ön plana çıkarır. Çünkü tevhidi bakış açısında insana büyük değer verilir. Bir insanı öldüren bütün insanlığı, bir insanı dirilten bütün insanlığı diriltmiş gibidir. Görüldüğü gibi parçalanmış bir düşünce yapısının faturası, kişinin kendi özel hayatıyla sınırlı kalmayıp bu ayrılık çıkarcı ateş, cemiyeti ve hatta kişinin statüsüne bağlı olarak dünyayı bile sarsacak bir sonuca gitmesi her zaman için kaçınılmazdır. İşte bu maksatla dinimiz İslam, mensuplarının hangi dile, hangi renge ve hangi bölgeye ait olursa olsunlar -ki ırklar ve renkler mozaiği Allah'ın bir sünnetidir- insana saygı ve kardeşlik ruhu içerisinde olmalarını tevhidin bir gereği olarak görür (bkz. el-Hucurât, 49/13). Bu sebeple İslam, tevhidi bozucu her türlü davranış ve hareketlerden kaçınmamız gerektiğini her halükarda hatırlatır (Bkz. el-Maide, 5/2). Zaten İslam düşünce tarihinde yüzlerce farklı görüş ve mezhebin bir arada varolması, İslam'daki çoğulcu ve hoşgörüye dayalı bir anlayışın en açık göstergesidir. Önemli olan tarafların birbirlerinden saygı ve hoşgörüyü esirgemeden İslami kültürel zenginliği kendi içlerinde doyasıya içselleştirmek ve yaşatmaktır. Zira kendisini İslam’a nispet şartıyla hangi dini ekol olursa olsun Müslümanların geçmişte ürettikleri fikir ve düşünceler bizim için kültürel bir zenginlik olarak görülmelidir.
Tevhid inancı insana gönülde, dilde ve davranışlarda istikamet alışkanlığı kazandırır. Bu sebeple namazın her rekatında okuduğumuz Fatiha Suresi'nde: "Bizi doğru yola ilet" (el-Fatiha, 1/6) şeklinde geçen âyet; insanın hakka, iyiye, güzele yönelmesinin ve her türlü sapıklıktan uzak kalmayı isteme arzusunun bir yansımasıdır. Hz. Peygamber (s.a.v); "Doğru yol" (es-Sırat'ul-Mustakim) ifadesini bir şekilde sahabeye bizzat açıkladığını Cabir İbn Abdullah şöyle rivayet ediyor:
"Rasulullah (a.s.)'ın yanında idik. O, yere bir çizgi çizdi. Bu çizginin sağına iki, soluna da iki paralel çizgi daha çizdi. Sonra elini ortadaki çizginin üzerine koydu ve dedi ki: Bu, Allah'ın yoludur. Sonra şu âyeti okudu: "Bu benim dosdoğru yolumdur, ona uyunuz; başka yollara uymayınız ki, onlar sizi Allah'ın yolundan ayırır." (el-En’âm, 6/153). Sırat-ı Müstakim, ifrat ve tefritten uzak dengeli/vasat bir yaşam biçimidir. Bir başka ifade ile bu yol; Allah Resulü’nün ve onun ashabının izlediği yoldur. Kur'an-ı Kerim'de "Allah'ın yoluna uymayı, topluca O'nun ipine sarılmayı, çözülüp parçalanmamayı, birlik ve beraberlik içinde yaşamayı" korumamız gerektiği dile getirilir. Bu âyetlerden birkaçı şöyledir:
"Hepiniz Allah'ın ipine sımsıkı sanlın, parçalanıp ayrılmayın (Âl-i İmran, 3/103).
"Allah'a ve Resulüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin, aksi taktirde zaafa düşer, kuvvet ve devletinizi elden kaçırırsınız" (el-Enfâl, 8/46).
Yüce Allah birinci âyette geçen ilahi uyarıya kulak vermemenin neticesini, açıkça, ikinci ayette beyan eder. Gökten yere uzatılmış olan kurtuluş ipi Kur'an'a sarılıp tutunmadığımız zaman İslam milletinin çözülüp dağılacağını, kuvvet ve iktidardan olacağını vurgulamaktadır. Bu ümmetin özünü yitirmesi, ecelinin gelmesidir. "Her ümmetin bir eceli vardır" (el-A'raf, 7/34) âyetinde geçen 'ecel'den, sadece ümmetin fiziki varlığının sona ermesi manasına gelen helak değil, değerler bazında kimliğini kaybetmesi anlaşılmalıdır. Demek ki İslam ümmetinin birliğini ve bütünlüğünü bozucu, toplumun sosyal dokusunu parçalayıcı en büyük unsur, bölücülüktür. Bu nedenle Müslümanlar hiçbir zaman sosyal yapımızı parçalamaya yönelik davranışlara prim vermezler. Unutmayalım ki İslam, Mekke’nin şiddet ortamında değil, Medine’nin barış ortamında daha çok yayılmış ve güçlenmiştir.