Gençlik şiirlerimiz, gençlik şarkılarımız
“Başta kavak yelleri” esiyordu; “Servi gibi umutlar” daha iğdeye dönmemişti… Ve “Bor’un pazarı” henüz geçmemişti…
“Yerde alıp gökte yiyorduk”; “ömür” denilen şeyin bir sonu olacağını duysak bile anlamıyorduk. “Selçukya”nın “sevda iklimi” sarıp sarmalamıştı bizi… “Yeni şeyler” söylemeye çalışıyorduk. “Bulanmadan, dolanmadan” akıyorduk…
BAZEN ORHAN VELİ, BAZEN CAHİT SITKI; BAZEN NECİP FAZIL GİBİ
O yılların Konya’sında günlük gazeteler trenle bir gün sonra gelse de…
İkindilerin “piyasa yolu” Hükümet Konağı’ndan başlayıp Zafer’de bitse de…
Evlerimizde buzdolabı, çamaşır makinesi, telefon olmasa da…
Bazı evlerde olan “bataryalı radyo”ların başına konu/komşu toplanıp “Yurttan sesler” saati beklense de…
“Tatil” nedir bilmesek de; denizi görenimiz ve denize girenimiz yüzde bir bile olmasa da…
Mahallede bir tane olan plak çalabilen pikap yalvar yakar alınıp nişandan nişana gezdirilse de... Bizim yani o yılların gençlerinin“Dün gece yâr hastanesinde
yastığı bir taş idi/ Altı çamur, üstü yağmur yine gönlü hoş idi”…
Henüz “on yediden gün almışız”; on sekizine girmişiz… Şiirin gizemi gönlümüzde, mısraları dillerimizde… Sanki şiir yiyoruz, şiir içiyoruz, şiir soluyoruz… Bazen Orhan Veli’yiz, bazen Cahit Sıtkı’yız; bazen Necip Fazıl gibi celâlleniriz. Bazen Şiraz’lı Hafız’ın kabrinde bir gül olur açarız; bazen Yahya Kemal’in “bin altı”sı ile “Tuna’dan kafilelerle geçeriz”…
O yıllar hepimiz şairiz, hepimiz yazarız. “Solcusun”, “Sağcısın” diye birbirimizin boğazına henüz sarılmamışız…
Herkesin “Şiir defteri” var; herkesin “Hatıra defteri” var… Yıl boyu defterler kız/erkek elden ele dolaşır; herkes arkadaşının defterine, içinde “imâlar” da taşıyan en sevdiği şiiri yazar.
Konya gazetelerinde “sanat sayfaları”… Sayfanın yayın günü iple çekilir; “Sanat sayfası editörleri”ne imrenilir, gizli bir haset iltifatların derinliğinde sürekli kımıldanır…“Öz Demokrat Konya” Ali Rıdvan Bülbül’ün yönetiminde; o sayfalarda adınızın çıkması mutluluk kanatları takınmanız için yeterli… Cebinizde “Sanat Sayfası” içinde sizin şiiriniz… Alâaddin Caddesi’nde bir ikindi gezisi… Herkes, karşınıza gelen herkes şiirinizi konuşuyor, sizi parmakla gösteriyor sanırsınız…
Düşünün lütfen… Bir “ilham saati”nizde bir şiir düşmüş gönlünüze. Kâğıda geçirmişsiniz; nefes nefese koşmuşsunuz, “sevdiğiniz”e okumuşsunuz… Bir de Feyzi Halıcı beğenmişse, bir de Ali Rıdvan Bülbül beğenmişse… Yürüyüşünüz bile değişir…
1950’li yılların sonu… Edebiyat, sanat bâbında yeni yeni palazlanıyoruz. Konya Lisesi’nde Saim Sakaoğlu, Kâmil Uğurlu, Bedir Yıldız lisenin “edebiyat mahfilleri”ni “Özlem”de toplamışlar… “Özlem” aylık “sanat dergisi”; iddialı mı iddialı…
“Hacı hacıyı Mekke’de bir şekilde bulur” misali; biz o yıllar, lisedeki, Kız Öğretmen’deki, Sanat Enstitüsü’ndeki bütün edebiyat sevdalılarını bilirdik… “Sanat hısımları”ydık.
Ticaret Lisesi’nin sanat sevdalılarını toplayıp “UMUT”u çıkardık… Mustafa Oğuz, Nevzat Küçükerdoğan’la “ortak” olarak… “UMUT”, “ÖZLEM”e göre daha hırslıydı, iddialıydı, dikti… Bu dergiler bilim ve sanat dünyamızın “fideliği”ymiş meğerse… Yetmişlere gelip dayandık; Sakaoğlu ile Uğurlu ile hâla yazıyoruz; hâla “at başı” kalem sallıyoruz.
1950’lerin, 1960’ların ustalrı da çırakları da elene elene içlerinden iyi şairler çıkardılar… Feyzi Halıcı’nın, Ali Rıdvan Bülbül’ün, Kemal Or’un, Nevzat Küçükerdoğan’ın, Yalçın Dikilitaş’ın şiirleri halâ dillerde… Önal Vasıf Öztaş’ın “Sarı giyme, bir daha gül takma Allah aşkına” nakaratlı şiiri halâ benimle birlikte…
SÖZE, ZİLE, TELE, SIĞINARAK GEÇEN “RÜYA YILLARIM”
Serin yaz akşamları, yüz yıllık pelitlerin çevrelediği havuz ve, “Kaya’nın akordeonu”ndan sevda şarkıları… Ahmet Özdemir udun tellerinde şevk içinde, Konya’nın her şeyi ile…
“Gedavet” esen Meram Bağları’nda, “divan sazı”nda “Fırın üstünde fırın”… Memduh Derin’in kanununda gönül labirentleri gezintisi… Nuri Cennet, “müstesna” sesiyle “Konya methiyesi”ni okuyor, Âşık Şem’i’den…
Hayranız hepsine… Söze, zile, tele sığınarak yaşamımız anlam kazanıyor…
Gündoğdu Duran, “Ankara rüzgârı”nı söylüyor; Timur Alpsakarya bestelerinin arifesinde… Biz, Alâaddin eteklerinde çay bahçelerine “Bir tatlı huzur almaya” giderken, “Güle sorma o bilmez…” şarkısı dudaklarımızda.
Gece yarılarında, kimselerin kalmadığı saatlerde Ziya Paşa da katılır yürüyüşlerimize; “İç bâde, güzel sev, var ise akl u şuurun” diyerek…
“Yıldızlı semalardaki haşmet…” Öyle muhteşem ki… “Ömrün bu biten neşvesi tam olsun erenler…”
Gönül depremleri, heyelanlar yaşamanın işten bile olmadığı yıllarımız… “Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş”…
Gün ortaları; step güneşinin can taşıyan ne varsa kavurmaya ahdettiği saatler… Koluna girdiğiniz can dostunuzla sevda yağmuruna tutulmuşunuz… Aynı anda söylüyorsunuz; “Yağsın yağmur çisil çisil…” Temmuz güneşinde eylül yağmuru ile yürüyorsunuz…
Hayran olduğunuz bir “Kız Öğretmenli” arkadaşınız söyler: “Yalnız bırakıp gitme bu akşam, yine erken…” Feyzi Halıcı, bir şiiri ile İstanbul Caddesi’ni trafiğe kapatır; “O” geçecek diye…
Ali Rıdvan Bülbül “Güdümlü mermi”yi yayınlamış; “Gökyüzü Mahallesi” yakında yayınlanacak… Kâmil Uğurlu “Yemenimde Hare Var” şiir kitabını yollamış “elden”…
Okunsun diye; “aşk içinde hârâb yolunu seçenlere…
Cumartesileri, okul izin saatlerinde, Alâaddin’den Mevlâna’ya giden Konya’nın tek caddesinde “bir yıldız kayar gibi” yürüyen Meliha’dan bir şarkı: “Siyah ebrulerin duruben çatma…”
ŞİMDİ “EVVEL GİDEN AHBABA SELÂM OLSUN” YILLARI
Şimdi; “Zil, şal ve gül”…Şimdi “bir bahçede raksın bütün hızı”. Öyle uzaklarda ki… Öyle uzaklarda…
O yıllarda, sevdiklerimizin eli elimizde belki bin kez söylemiştik; Yahya Kemal’in şarkısını… “Ömrün şu biten neşvesi tam olsun erenler/Son meclisi câm üstüne câm olsun erenler/Tekrar mülaki oluruz bezm-i ezelde/Evvel giden ahbaba selam olsun erenler”.
Güftesi, bestesi bizi “neşve” içindeki ruhlarımızı, gönlümüzü sarıp sarmalamış…
“Evvel giden ahbap” anmışız, anmasına; ama, daha ömrümüzün başlarında olduğumuz için derinliğini kavrayamamışız…
İşte, tam şu yaşlarda, ömrüme “yaş güneşi” doğmuşken anlıyorum “Evvel giden ahbaba selâm” mısrasının derinliliğini…
Eminim “bezm-i âlem’de, “evvel giden” bütün ahbaplarımla “mülâki” olacağız… Biraz da özlüyorum bu “mülâki olma”yı…
GELECEK PAZARTESİ: Ramazan’ın düşündürdükleri ve Eskilerin ahlâkından örnekler