Kültür dediğimiz obje, tek bir kalıptan ibaret değildir. Toplumun yaşama biçimini kuşatan tüm alışkanlıkları içeren; maddi ve manevi değer hükümlerinin karmaşık bütünlüğüdür.
Kültür kelimesinin tanımında da görüldüğü gibi, dine de yer verilmiştir. İşte bu açıdan din ve dinin şekillendirdiği kültür o kadar iç içe girmiştir ki, birini diğerine feda etmek mümkün değildir. Çünkü din, kültür olaylarının tüm alanlarına yansımıştır. Coşkulu bir şekilde yaşandığı bir toplumda din, kültür kimliğini ve toplumun benliğini yabancılaşmaktan korumada çok önemli bir işlevselliğe sahiptir. Dinin fert ve toplum hayatından zayıflatıldığı ya da uzaklaştırıldığı dönemlerde, sosyal hayatın değişimi ile birlikte kültürel değişim de kaçınılmaz olacaktır. Çünkü asimile olan bir insan, kendi kökenini, milletinin sürekliliğini sağlamada kültür ve karakter dokusunu oluşturan özellikleri yitirir. Böylece kendi var oluşunu sağlayan epistemik kodlarından kopan ve yabancı kültürlere açık olan şahsiyetler, milletinin öz değerlerinden nefret etmeye başlar. Halkının tarihi, dini ve dinle yoğrulmuş kültürel değerleriyle barışık olmayan fertler daima şahsiyet krizi yaşar, içinde başka bir kişinin olduğunu tahayyül eder. İslam toplumlarında bu tür aydınlara ‘garbzedeler’ denilmektedir..
Seyyid Hüseyin Nasr’ın yerinde tespitiyle, milletinin öz değerlerinden ve irfanından yoksun olan batılılaşmış doğulu aydınlar, hiçbir analiz ve seçmeciliğe gitmeden Batı’da olan her şeye karşı bir muhabbet, İslam’a ait olan her şeye karşı da bir nefret duygusu içerisinde yaşadıkları için tam bir alinasyon durumu yaşamaktadırlar. Halkından ve halkının duyuş, düşünüş, inanç, örf ve adetlerinden kopuk bir münevverin müspet manada halkına vereceği fazla bir şey yoktur. Sosyolojik bir vakıa olarak söylemek gerekirse, tarihsel yürüyüşte ve devamlılıkta milletlerin medeniyet mücadelesinde yarışmaları ve önder konuma yükselmeleri biraz da mensup oldukları kültür köklerine bağlı olmaktan geçer. “Otun kökü sudaysa, yeşerir” atasözünün hatırlattığı gerçek işte budur. Kendi ruh kökünden kopan bir toplumun kemal çizgisini yakalaması oldukça zordur. Hala toplumsal katmanlarda gerilim fay hatları yaşanmaya devam ediyorsa, hala 150 yıldır med ve cezir durumu yaşayan bir toplum olarak bir türlü oluş çizgisini yakalayamamışsak, bunun başlıca müsebbibi kendi toplumuna yabancılaşmış aydınların, kültürel değerlerimizle barışık olmamalarından kaynaklanmaktadır.
Milletimizin % 90’ı Müslüman olduğuna göre bu toplumda en üst kimlik, dindir. Bu sebeple eğitim kurumlarımızda din eğitimi asla ihmal edilmemeli ve kesintiye uğratılmamalıdır. Çünkü bizi millet yapan ve milli kültürümüzün güçlenmesine güç veren faktörlerin başında din olgusu gelmektedir. Din, milletimizin ruh köküdür. Ancak biz çağdaş dünyada, manevi köklerimiz üzerinde varlık gösterebiliriz. Bilindiği gibi maddi kalkınmanın motive edilmesinde moral değerler motor ve dinamizm kaynağı görevi görmektedir. Hiçbir kimse tarihinden kaçamaz. Bir sepet küfesi gibi herkes tarihini ve bu tarihsel yürüyüşte elde ettiği değerlerini sırtında taşır. O halde bunu kabullenmek zorundadır.
Maalesef, yaklaşık bir asırdır, manevi değerlerimiz karşısında duyarsızlığı bir yaşam biçimi haline getirdiğimiz andan itibaren nesillerimiz bir aidiyet sorunu yaşamakla yüz yüze bırakılmıştır. “Hayat boşluk kabul etmez” fehvasınca, yabancı kültürler, kendi değerlerimize yabancılaşmak suretiyle boşalttığımız alanları, doldurmaya başlamıştır. Mutfak kültürümüz bile bundan etkilenmiştir. Mutfağımıza Amerikan kültürü McDonalds’larıyla, Hamburger’leriyle, Coca Cola’larıyla, kısaca fasd-food’larıyla girdi. İş yerlerimizin isimleri yabancı markaların isimlerinin işgaline uğradı. Bundan çocuklarımızın isimleri bile nasibini aldı. Hâlbuki isimler insana, fert ve toplumun bağlı olduğu medeniyet ve kültür evreninin ilk ifşaatlarını verir.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, din, insanlık için vazgeçilmesi mümkün olmayan bir kurumdur. O, insanlıkla birlikte doğmuş ve onunla birlikte devam edecektir. Etnik ve mezhepsel çatışmalara sahne olan dünyamızda problemin çözümünde yegane başvuru unsuru, yine doğru din anlayışına gitmektir. Çünkü din bir üst kimlik olarak toplum fertlerini mukaddes duygularla birbirine bağlar, insan hak ve hürriyetlerine müdahale edici her türlü girişime karşı durma gücü verir. Eğer toplumun vicdanı sağlam kaynaklara dayalı ve dini doğru anlayan eğiticiler tarafından doğru din eğitim ve öğretimi ile beslenirse, din bütün zamanlar için insanlık tarihinde manevi ve ahlaki bir zabıta sistemi oluşturabilir. Zira dinsizlik önce fert ve toplum hayatında ahlak sonra da hukuk fikrini yıkmakla kalmaz, küresel ölçekte yeni toplumsal çatışma alanlarının genişlemesine hizmet eder. Bu durum, hiçbir ülke için istenen bir şey değildir. O halde millet olarak, yeniden sosyal, siyasal, ekonomik, fikri, ilmi ve dini alanlarda gelişmeci bir tavır sergilemek suretiyle çağdaş uygarlık düzeyine çıkmak istiyorsak, yeniden kültürel kimliğimizin köklerine dönmekten başka çıkar yolun olmadığını bilmeliyiz.