Hey hey efeler hey hey
Benden selam olsun Bolu Beyi’ne
Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır
At kişnemesinden kargı sesinden
Dağlar seda verip seslenmelidir
Hey hey efeler hey hey
Ben bir Köroğlu’yum dağda gezerim
Esen rüzgârlarda hile sezerim
Demir külünk ile başın ezerim
Dağlar seda verip seslenmelidir
Hey hey efeler hey hey
Düşman geldi tabur tabur dizildi
Alnımıza kara yazı yazıldı
Tüfek icat oldu mertlik bozuldu
Eğri kılıç kında paslanmalıdır…
Ruşen Ali… Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın, zalim karşısında boyun eğmeyen, mazlumun öcünü alan yiğit kahramanı… Defalarca izlemişimdir Köroğlu filmini. Her seferinde, yine, yeniden büyük bir ızdırap duymuşumdur Bolu Beyi’nin halkına yaptığı zulümlerden… Bu zulümlerin en bilineni; şiirlere, türkülere konu olanı ise Köroğlu Efsanesi’dir.
Babasının gözüne mil çekilmesiyle bundan böyle Köroğlu adıyla tanınacak olan Ruşen Ali’nin korkusuz bir halk kahramanı olması yolunda ilk adım atılmıştır aslında…
XVI. yüzyılda, yer yer kimi valilerin ve beylerin sebepsiz yere halka zulmedebildikleri bir devirdi. O dönemin Bolu Beyi Süleyman Bey de gaddar, zalim birisi idi. Ve ona yıllarca hizmet etmiş seyisine istediği gibi cins bir at bulup da getiremediği(!) için hiç acımadan, gözüne mil çektirerek kör olmasına neden oldu. Kaleden bu şekilde uzaklaştırıldı.
Kendisi gibi zavallı atıyla birlikte köyüne dönen seyis’in oğlu henüz çocuk yaşındayken babasının yürek burkan durumuna böylece şahit oldu. İçinin yangınını söndürmek için kılıç kuşandı, yollara düştü. Eşsiz bir şekilde yetiştirerek rüzgârla yarışacak hale getirdiği, o vaktiyle beğenilmeyen, adını “Kırat” koyduğu, bembeyaz atıyla babasının vasiyetini er ya da geç yerine getirmeliydi…
Çamlıbel Mevkii’nde yanına yoldaş olacak Ayvaz ile birlik oldu ve beraberce Bolu Beyi’nin kalesine yol aldılar. Ve efsanenin sonunda hem babasının öcünü aldı hem de halkı zalim olan beyden kurtarmış oldu…
Otobüste giderken bir taraftan bu türküyü mırıldanıyor, diğer taraftan da bilinçaltıma yer etmiş filmin bazı sahnelerinin yeniden gün yüzüne çıkmasına izin veriyordum. Atları eskiden beridir çok sevme sebeplerinden biri de defalarca seyrettiğim Ruşen Ali’nin o sakız beyazı atıydı sanırım…
Ne güzel şehirdir Bolu…
Masallar diyarı Bolu… Bir tarafta efsaneleri, bir tarafta tarihi, diğer tarafta eşsiz tabiatı… Mavi ile yeşilin birbirine geçtiği, yeryüzünün bütünleştiği bir coğrafya Bolu…
Osman Gazi zamanına başlayan Osmanlı akınları ve sonrasında Orhan Gazi zamanında tamamen Osmanlı yurdu haline gelen Bolu o dönemde topraklarında çok sayıda Uluğ – Alim barındırması sebebiyle önceleri “Bol Uluğ” , zamanla da Bolu adını almıştır. İlerleyen dönemde “Şehzadeler Savaşı” na tanık olan Bolu, Çelebi Mehmet’in Osmanlı Devleti’nin birliğini sağlamasından sonra düzenli bir yönetime kavuşmuştur. 1. Dünya Savaşı’nda ve sonrasında düşman işgaline uğramayan fakat maddi zarar gören Bolu Mustafa Kemal Paşa önderliğinde yapılan Milli Mücadele Dönemi’nin sonunda, 10 Ekim 1923'de Mutasarrıflık devrini tamamlayarak vilayet haline getirilmiştir.
Bu kadar bilgi verdikten sonra dönelim efendim gezimize…
Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi tarafından aldığım davet üzerine beni nelerin beklediğini bilmediğim bir yolculuğun heyecanını daha yola çıkmadan yaşamaya başlamıştım.
Şüphesiz her yolculuk yeni bir şeyler öğretir insana; farklı mekânlar, insanlar ve yaşamlarla… Duygu ve düşüncelerinizin, bakış açınızın daha da genişlemesi, ileriye evrilmenizi sağlar yeni yerler ve keşifler…
Cuma ikindi saatlerinde Konya Büyükşehir Belediyesi’nin katkılarıyla gerçekleşen “Yazılacak Çok Şeyimiz Var Bolu’ya Gidiyoruz” adlı etkinliğimiz, otobüste yerlerimizi aldıktan sonra Hadim Müftüsü, Memleket gazetesi yazarlarından da olan Ahmet Demirel ‘in duası ile başladı.
Her ne kadar yanıma Irvın Yalom eserlerinden birini alıp psikolojinin derin sularına dalmak istemiş olsam da gerek neşeli grubumuzun şarkı, türkü, şiir ve marşları ile otobüsün içini şenlendirmeleri, gerek değerli akademisyen ve alanında uzman kişilerle olan sohbetlerimiz ve tüm bunların yanı sıra ulaşılan mekânların büyüleyici atmosferi buna pek imkân vermedi. İlim ve kalem erbabı insanlarla bir araya gelmenin hazzı ile uzun sürecek olan yolculuğun ne zaman başlayıp ne zaman bittiğini bile fark edemediğimi anladım yolculuk sonunda.
Abant, Taşkesti, Göynük, Yedigöller, Gölcük yolculuğumuzun durak noktaları idi.
İnce ince düzenlenmiş, ayarlamaları yapılmış, göze batacak herhangi bir aksaklık hissedilmeden geçen yolculuğumuzun sonunda, gece saatlerinde ulaştığımız Bolu’da bizleri Belediye Başkan Yardımcısı İhsan Ağcan karşılayıp da halimizi hatırımızı sorunca; “işte benim güzel yurdumun güzel insanı” dedim. İçtiğimiz şu sıcak çorbadan çok daha fazla içimizi ısıtan bir karşılamaydı onunki. Başka memleketlerde böyle bir kültür, böyle bir sıcakkanlılık var mıdır acaba?..
Ertesi gün sabah saatlerinde yapılan kahvaltı sonrası, biz yazarların da motivasyonunu arttıracak nitelikteki gezimize, Bolu Belediyesi tarafından görevlendirilen il kılavuzları eşliğinde ilk olarak Abant’ta giderek başladık.
Abant…
Abant’a ayak bastığı andan itibaren, bu kadar temiz havayı soluduğum başka bir yer var mıdır diye düşünmeden edemiyor insan…
1988 yılında “tabiat parkı” olarak koruma altına alınmış olan gölde olta balıkçılığı yapılabilmekte. Piknik ve yürüyüş alanlarının yanı sıra kamp çadırı kurmak için de alanlar oluşturulmuş. 7 km’lik göl etrafında dolaşmak ya da atla gezinti yapmak isteyen isteyen misafirler için faytonlar da konulmuş.
Gölün giriş kısmında bulunan satış reyonlarında ise bölgede doğal olarak üretilen gıdalar ve hediyelik eşyalar satılmakta.
Geçimini bizim bildiğimizden ya da ilk aklımıza gelenden farklı şekilde temin edenlerin dünyasına dalarsınız bazen, yemesi, içmesi, töre ve adetleri de alıştığımızın ötesindedir. Ama sizin insanınızdır neticede. Hemen kaynaşıverir, “buyur hele bir çayımızı iç” davetiyle yıllardır tanışıyormuş gibi koyu bir sohbetin lezzetini de tadarsınız çay eşliğinde. Dayanamazsınız oradaki çiçeklerden yapılan taçların güzelliğine, hemen başınıza geçiriverirsiniz en albenili olanını…
İşte Bolu yöresi halkı da böyle samimi, böyle doğal ve içten…
Gölün etrafına dolaşırken suda nazlı nazlı süzülen, geniş yapraklarının arasından size göz kırpan nilüferler ilk olarak sizi çeker kendilerine… Yanlarına yaklaştıkça, başlarını gökyüzüne doğru kaldıran farklı renklerdeki nilüferlerin cazibesine kapıp koyuverirsiniz kendinizi tabiatın eşsiz kollarına…
Karaçam, sarıçam, kayın, meşe, kavak, gürgen, söğüt, ardıç ağaçları da diğer taraftan seslenirler sanki size bizleri de unutma diye…
Gölde bulunan ve endemik bir tür olan Abant Alabalıklarını da görebilirsiniz eğilip dikkatlice beklerseniz.
Abant’ta Tabiat Müzesi…
Hiçbir canlı hayvana dokunulmadan kurulan bir müze olduğunu öğrenince çok mutlu oldum. Doğal bir şekilde ölmüş yaban hayvanlarının içleri doldurularak sergilendiği müzede; Bolu’daki yaban hayatını temsil eden, göl çevresindeki ormanlarda yaşayan hayvan, bitki türleri yerleştirilmiş, kozalakların ve ağaç gövdelerinin yardımıyla güzel bir görsellik oluşturulmuş. Misafirlerin geyik, çakal, ayı, sansar, kartal, yaban koyunu gibi çeşitli hayvanlarla tanışmaları sağlanmış.
Ciğerlerimizin bayram ettiği, mis gibi ferahlatan havasıyla mutlu eden Abant’tan ayrılırken karşıki kırlarda gezinen muhteşem görünümlü atlar tekrar Köroğlu Efsanesi’ni hatırlatsa da bana Göynük’e girince birden farklı bir atmosfere bürünüverdi ruhum.
Göynük…
Koskoca bir çağın kapanıp da yeni bir çağ başlamasına; Sultan Mehmet’in Fatihler Fatihi Sultan Mehmet Han olmasına vesile olan Akşemseddin Hoca’nın mekânı…
Osmanlı döneminden izler de taşıyan mimarisiyle farklı bir beldemiz olan Göynük, oldukça kalabalık ziyaretçileriyle birlikte karşıladı bizleri… Aile efradının mezarları ile Akşemseddin Hazretleri’nin türbesinin de burada bulunması, ilçenin güzelliğinin yanı sıra özel bir anlam da nakşediyor Göynük semalarına… Türbesi başında fısıltıyla da olsa birkaç kelam olsun hasbıhal etme fırsatı buldum ben de o büyük zatla...
Saat kulesine çıkıp da şehrin siluetini temaşa etmenin zevki de tüm yol yorgunluğuna değdi doğrusu.
Sarot…
Mudurnu İlçesi Ilıca Köyü’nde yer alan, öğle yemeği için gittiğimiz Sarot Termal Otel ise güzel doğası, konforlu dizaynı ve leziz yemekleri ile hem gönlümüze hem de midemize hitap etti.
Yolculuğumuzun ikinci gününe önce 1700’lü rakımlara ulaştık; sonra aşağılara, 700’lü rakımlara indik. Gezimize Ayıkayası Tabiat Parkı / Kapankaya Seyir Terası ile başladık.
Terasa ulaşmak için 5-10 dakika süren ahşap merdivenlerden çıkılması gerekiyor. Muazzam yeşillikler arasında yorulmadan terasa ulaştığınızda ise gözünüz yeşilin her tonunu, Yedigöller’in panoramik görüntüsünü kaydediyor.
Yedigöller…
Bir dikenin yaratılışındaki estetik ve güzelliği bile temaşa etmekte zorlanan bizler, ard arda sıralanmış dağlardaki çam ormanlarını, boyları metrelerce uzunlukta olan ardıç, meşe, çam, gürgen ağaçlarını, kendiliğinden oluşarak, çığıl çığıl akan suları gördükçe nasıl mest olmayalım ki…
Yedigöller’e ulaştığınızda kayın ağaçlarının ağırlıkta olduğu, meşe, gürgen, ıhlamur, karaağaç, sarıçam, karaçam gibi iki yüzden fazla bitki türünü de bünyesinde barındıran kendisine has bir iklimin içerisine giriyorsunuz. Çığıl çığıl akan irili ufaklı çağlayanların arasında kocaman kocaman Kabalak yaprakları size “hoş geldiniz” ; yedi ayrı koldan yol bulup akan buz gibi dağ suyu “buyurun, serinleyiniz” diyorlar.
Yürürken 60m boyundaki Pisagor Ağacı ile tanışma fırsatı buluyorsunuz.
Yer kaymaları ve vadi önlerinin tıkanması sonucu oluşan çukurlardan meydana gelen Yedigöller’in bir de efsanesi var… Yedi ayrı aşığın hikâyesi bu…
Yedigöller’in bulunduğu yere yedi âşık çift gelmiş. Bunların her biri farklı yöne ayrılmış. Büyük gölün olduğu yerde yaşı en büyük çift, küçük gölün olduğu yerde ise en küçük çift yer edinmiş. Sazlıgöl’de damat geline sürekli saz çaldığı için; Nazlıgöl'de de gelin damada sürekli naz yaptığı için bu adları almışlar. Büyükgöl, Küçükgöl, Deringöl, İncegöl, Nazlıgöl, Sazlıgöl, Seringöl olmak üzere bu şekilde meydana gelmiş Yedigöller.
Hikâye belki gerçek belki değil bilemeyiz ama Yedigöller tıpkı bizim âşık çiftler gibi her biri kendine özgü yapısı, görüntüsü ve özellikleriyle diğerlerinden oldukça farklı bir edayla süzülüyorlardı ziyaretçilerinin karşısında…
Buradan, bu atmosferden hiç ayrılasınız gelmiyor, kılavuzumuz Kültür ve Doğa Derneği Başkanı Muzaffer Yıldırım acele etmemizi istedikçe… Bir şeylerinizi arkanızda unutmuş gibi tekrar tekrar dönüp bakıyorsunuz.
Ama ne yazık ki her visalin bir de firakı vardır…
Yedigölleri arkamızda bırakarak bizi bekleyen Bolu Belediye Başkanı Alaaddin Yılmaz ile görüşmek üzere Gölcük’e hareket ediyoruz.
Bizim olan, bize ait coğrafyanın, tarihin güzelliği ve zenginliği ile mest olmamak ne mümkün… Cennet vatanımızın her yanı ayrı güzelliklerle donatılmış. Hem doğal güzellikleri, hem medeniyetler beşiği olması iyi ki bu toprakların çocuğuyum dedirtip, binlerce kez hamd-ü senalar etmeme sebep diye düşünüyorum yol boyunca.
Gölcük…
Bolu merkezine yakın olan Gölcük’e varınca az önceki düşüncelerimi teyit eden bir başka doğa güzelliği karşılıyor bizleri… Sessiz, sakin bekliyor bizleri Gölcük. Adı üzerinde Göl-cük… Fazla büyük değil. 10-15 dakikada etrafını yürüyerek gezebilirsiniz. İskelelerden müthiş pozlar çekebilirsiniz. Yürümek istemezseniz golf aracı kiralayarak da turunuzu tamamlayabilirsiniz. Hani hemen herkesin bildiği, Bolu ilini temsil eden kartpostal tadında bir fotoğraf vardır; gölün karşı kıyısında görülen ahşap bir binanın yer aldığı… İşte bu fotoğraf karesi Gölcük’e ait. Misafir evi olarak kullanılan hoş bir yapı…
Gölcük, bünyesinde 56 çeşit nilüfer bulunuyor, her biri birbirinden güzel. Hele ki gölün gökyüzünü yansıtan manzarasıyla harika bir tablo oluşturuyorlar. Deklanşöre ardı ardına basmadan duramıyorsunuz. Köknar, ardıç, gürgen, çam ve kayın ağaçları burada da ağırlıkta…
Öğle yemeği molası ve Belediye başkanı ile yapılan sohbet sonrası Bebek Ormanı ile doğal sebze- meyve bahçesinden haberimiz olunca yoğun bir istek duyuyoruz orayı da görebilmek için…
Bebek Ormanı, Sebze-meyve bahçesi…
Belediye Başkan Yardımcısı İhsan Ağcan’ın eşliğinde buraya doğru yol almaya başlıyoruz. 12 yıl öncesinde hayata geçirilen bu proje ile Bolu’da dünyaya gelen her yavrucuğun bir de fidanı oluyor, kendisiyle birlikte büyüyüp gelişecek olan… Hayran kalmamak elde değil böyle bir uygulamaya.
Bizleri hayran bırakan diğer uygulamaları ise organik tarımla gerçekleştirilen, dalından tazecik koparma lüksünü yaşatan, ayrıca ihtiyaç sahibi ailelere de gıda temininde yararlanılan sebze-meyve bahçesi idi. Konusunda uzman ziraatçilerin kontrolü ile yerli tohumlarla üretim gerçekleştiriliyor.
İşte böyle…
Taşı, toprağı, dağı, suyu, maneviyatı ve yaşattığı olağanüstü duyguları ile Bolu bir kez daha “Bir başkadır benim memleketim” dedirtiyor insana.
Dolu dolu geçen, insanı tefekkür iklimine salan, yaşama sevinci kazandıran, gözlerin yeşilin her tonun doyduğu, ruhun da nefes almasına imkan sağlayan Bolu Gezisi için, bu yolculuğu düzenleyen Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi Başkanı Hayri Erten ve yöneticilerine, katkılarından dolayı Konya Büyükşehir Belediyesi’ne, her türlü soru ve sorunumuzda yanımızda olan Yusuf Özdemir’e, bizleri iki gece misafir eden Bolu Polisevi’ne, Bolu’ya ayak bastığımızda karşılayan Bolu Başkan Yardımcısı İhsan Ağcan’a, güzel Bolu’yu daha da güzel bir şehir yapma gayretini takdir ettiğim Başkan Alaaddin Yılmaz’a ve emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.