İslam, Müslümanın zihninde “sadaka” algısını değiştirmiştir. Sadaka sadece, maddi anlamdaki varlığımızı ihtiyaç sahipleriyle paylaşmak değil, aynı zamanda güzel bir söz söylemek ve başkalarını yaptıkları hatalardan dolayı bağışlamak gibi ahlaki değerlerle de anlam bütünlüğüne kavuşturulmuştur. Dolayısıyla, maddi anlamda paylaşma imkânına sahip olmayan insanlar, güzel söz söylemek ve başkalarını hatalarından dolayı bağışlamak suretiyle de “sadaka verme” iyiliğine ulaşmış olurlar. Burada, maddi varlığımızı meşru bir çerçevede ihtiyaç sahipleriyle paylaşmada insan onurunu rencide etmemek gibi bir ahlakiliğe sahip olmamız gerektiği de unutulmamalıdır. Yaptığımız işin hayır olabilmesi için güzel yapılması da gerekmektedir. Şu âyette bu hususun altı çizilir: “Bir tatlı dil ve kusurları bağışlamak, arkasından eza ve gönül bulantısı gelecek bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir, halimdir, yumuşak davranır.” (Bakara, 263).
Müslüman zengin, ihtiyaç sahiplerine yaptığı iyiliği bir vazife olarak yapmalı ve hemen unutmalıdır. Bununla birlikte, gönül alan hoş bir söz, başkalarının ayıplarını örtmek, saygısızlığa karşı bağış ve iyilikle muamele etmek arkasından her zaman eza verme riskine açık duran sadakadan daha iyidir. Çünkü Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir. O'na, içine gösteriş gibi kirli şeyler sunmak, insanın ahreti açısından felaket sebebidir.
İnanan insan, asla aklından şu hususu çıkarmamalıdır. Zengin olan ve hiç kimseye muhtaç olmayan Allah, birgün gelir, fakir kullarını bol nimetlere boğabilir. Onları da sadaka verebilecek derecede zengin kılabilir. İnsan, sahip olduğu nimetin değerini bilmeli ve gerekli olan şükür vazifesini yerine getirmelidir. Zira davranışlarda riyakârlık, ahiret ameliyle dünya menfaati gözetmek demektir. Bunun idrakinde olan her Müslüman, yaptığı iyilikleri silecek “gösteriş” gibi gizli şirk unsurlarından şiddetle kaçınmalıdır.
Bilindiği gibi şirk, Allah’ın affetmediği günahlardandır. Eğer “şirk” içinde insanlar yüzüyor da hala kendilerini güvende hissediyorlarsa bu durum onlar için “hatalarından dönme” konusunda bir fırsat olarak görülmelidir. Allah’ın en güzel isimlerinden birisi de “el-Halîm”dir. Biraz önceki âyette “ganî-halîm” isimleri birlikte geçmiştir. Halîm olan Allah, her günahkârı derhal paylamaz. Yaptıkları yardımlarda dünyevi çıkar gözeterek gösteriş yapan, yoksulların onur ve haysiyetleriyle oynayan ve gizli şirk içinde bulunan kimselere eğer cezayı hemen vermiyorsa, hak etmediklerinden dolayı değil, fakat tevbekâr olsunlar diye hilminden dolayı vermiyor. Bu bir mühlettir, asla Allah ihmal etmez. Şu âyette Yüce Allah’ın bu konuda izlediği yasa çok açıktır:
“Allah insanları işlediklerine karşılık hemen yakalayıverseydi, yeryüzünde bir canlı bırakmaması gerekirdi. Ama onları belli bir süreye kadar erteler. Süreleri gelince gereğini yapar. Doğrusu Allah kullarını görmektedir.” (Fâtır 35/45).
Eğer Allah günahlarından dolayı hemen kullarını yakalayıverseydi yeryüzünde insan da dâhil hiçbir canlı nesli kalmazdı. İlahi rahmeti ve lütfü bağlamında el-Halîm isminin bir tecellisi olarak günahkârlara belki dönerler diye süre tanımakta, azap verme konusunda acele etmemektedir. O’nun yasasının gereği, süre geldiği zaman herkesin iyi ya da kötü davranışlarına karşılığı eksiksiz olarak verilir.
Allah hiçbir şeye muhtaç değildir. Bütün bir varlık O’na aittir. Bu sebeple O, sınırsız hazinesinden beklenti ve karşılık olmaksızın kullarına ikramda bulunur. Kur’an’da Allah’ın“ganî-kerîm” vasfının birlikte kullanılmış olması da gerçekten anlamlıdır: “Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir." (Neml 27/40). Bu sebeple insan, sahip olduğu nimetleri kendi geleceğini hazırlamak için ihtiyaç sahipleriyle meşrû bir çerçevede paylaşmalıdır. Nasıl ki Allah kullarına sayısız ihsanlarda bulunuyorsa, insanlar da ihtiyaç sahiplerine imkânları ölçüsünde keremlerinin bir gereği olarak iyilik ve bağışta bulunmalıdırlar.