WASHINGTON (AA) -HÜSEYİN ABDÜL-HÜSEYİN- Irak'taki en yüksek rütbeli Amerikalı General Stephen Townsend geçtiğimiz günlerde Bağdat'a bir tüyo verdi. BBC'ye verdiği demeçte [1] Townsend “Şayet DEAŞ 2.0'ın ortaya çıkmasına engel olmak istiyorsak, Irak hükümetinin bazı şeyleri epey farklı şekilde yapmaya başlaması gerekecek” dedi. Townsend’e göre Irak hükümeti “Sünni nüfusa el uzatıp onlarla uzlaşmalı ve onlara Bağdat'taki hükümetin kendilerini temsil ettiğini hissettirmeli”.
Bağdat'a verilen bir ABD tavsiyesi olarak görünen şey, aslında ülkedeki Sünnilere yönelik eski hükumet politikalarının açıktan itham edilmesi anlamını taşıyor. Terörün yeniden baş vermesinin önlenmesi için gereken şey şayet Sünnilere kulak vermek ve uzlaşmaksa, o halde DEAŞ 1.0'ın yaratılmasıyla sonuçlanan şeyin bizzat Şii hükümetin Sünni karşıtı politikaları olduğunu tespit etmeden geçemeyiz.
- ABD Şiilerle Sünnilerin arasını açtığını göremedi
Washington'da uzun süredir yerleşik olan görüş, Iraklı Şiilerin Sünni hemşehrilerine karşı tutumunun, terörün yükselişinin bizzat merkezinde yer aldığı yönünde. Fakat ABD'nin savaşın erken safhalarında akılsızlık yaparak Irak'taki dengeyi Şiilerin lehine bozmuş olduğunu idrak etmesi çok zaman aldı.
İç savaşların açtığı yaralar çok yavaş iyileşir. Ancak iyileşme sürecinin başlaması, yeni bir sayfanın açılması ve savaşan hiziplerin arasındaki ilişkilerin yeniden başlatılmasını zorunlu kılıyor. ABD dini ve etnik açıdan çeşitlilik arz eden Irak'ta, benzer çeşitliliğe sahip Lübnan'daki siyasi sistemi kopyalayıp yapıştırdı. Saddam sonrası Irak'ta ABD’nin Lübnan'dan kopyalamadığı yegane şey, ‘genel af’tı. Lübnan hükümeti 1991 yılında, ülkenin 15 yıllık iç savaşının sonlarına doğru ‘genel af’ ilan etmişti. Aflar geçmişin geçmişte kalmasını, kan davalarının ve intikam arayışlarının sona ermesini sağlar.
- Yanlış strateji ölmüş el-Kaide’yi canlandırdı
Fakat ABD Irak'ta yeni bir sayfa açmak yerine, İran'dan ilham alan Şiilerin saldırılarıyla karşı karşıya kalan Iraklı Sünnileri arka plana iterek Şii-Sünni çatışmasını körükledi. Şiilerin yönetimi Baasçı yapıdan temizlemesiyle başlayıp bizzat ABD’nin kurduğu 'Sahva' isimli Sünni aşiret milislerini tasfiyesiyle biten süreçte Washington'ın yaptığı şey resmen, Şiilerin Sünnileri hedef tahtasına oturtmasına izin vermek oldu. Her bir eylem bir tepki doğurduğu ve Sünnilerin de kaçıp gidecek bir yeri olmadığı için, birçok Sünni el-Kaide gibi gruplara katılmaya başladı. Bu süreç ise ABD’nin Irak'tan çekildiği 2011'in sonları itibariyle yok edilmiş olan bu terör örgütünün yeniden canlanmasıyla sonuçlandı.
Irak savaşının tarihi henüz yazılmadı. Güncel en yaygın anlatıya göre ‘ABD 2003'te ülkeyi işgal ederek bugüne kadar uzanan kanlı bir çatışmanın düğmesine basmış oldu’. Gerçekte olan biten ise bundan biraz farklı.
ABD’nin ‘Birlikleri Artırma’ (Surge of Troops) stratejisi Sünni aşiret savaşçılarının silahlandırılmasıyla birleşince, 2007'de 13 bin 613 olan Iraklı sivil kayıp sayısını 2011'de 3 bin 36'ya indirmeyi başardı. Washington'daki düşünce kuruluşu Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi’nin (CSIS) verilerine göre [2], 2013'te ise bu sayı ani bir yükselişle 9 bin 851'e çıktı.
- Irak’ın bozulmasındaki belirleyici faktör
Yaygın inanışın aksine, ABD'nin Aralık 2011'de Irak'tan çekilmesi, Irak'ın güvenliğinin kötüleşmesindeki belirleyici faktör değildi. Belirleyici faktör, daha ziyade Obama yönetiminin Şii Irak hükümetinin Başbakanı Nuri Maliki'ye egemen bir mevkidaş olarak muamele etmesiydi ve bunun anlamı da ABD’nin Sünni müttefiklerinden vazgeçmiş olduğuydu.
Irak'ın petrol gelirlerini ülkede Şii bir hareket kurmak için kullanan Maliki, İran yanlısı Iraklı Şiilerin ‘sağ yanından’ dolanıp arkasına geçmesinden korkuyordu. Yüzlerce Iraklıyı öldürecek ve böylece Maliki'nin ‘istikrarı sağlamış adam’ imajını paramparça edecek intihar bombacılarını komşusu Irak'a göndermesi için, Suriyeli müttefiki Beşşar Esed'e İran onay verdi.
Yaşadığı siyasi kayıpları telafi etmek ve güçlü bir Şii lider olarak sahip olduğu itibarı parlatmak için Maliki, hükümette ya da ABD’nin geride bıraktığı aşiret güçlerinde görevli olan Iraklı Sünnilere büyük bir baskı uygulamaya başladı. ABD güçleri çekilir çekilmez Maliki, terörizm suçlamasıyla, bir Sünni olan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi'nin konutunun etrafının sarılması için tanklar gönderdi. Maliki diğer yandan, Sünni bir güç olan Sahva’yı tasfiye etti; liderlerinin peşine düşüp çoğunlukla mesnetsiz terörizm suçlamalarıyla onları yakalattı.
- Eski Baasçılar ‘radikal İslamcı’ oldu
Maliki'nin kontrol edilemez iktidarına karşı koyabilecek tek güç olan el-Kaide ülkeden atılmış olduğu için, Iraklı Sünniler kendilerini, saklanacak bir yerleri olmaksızın kaçarken buldular. Saddam rejiminin kadrolarının birçoğu yeniden organize olarak şiddet üreten gruplara dönüştüler. Fakat Baaşçı seküler dünya görüşlerini, yabancı savaşçılar ve bağışçılar için bugün daha pazarlanabilir bir imge olan 'radikal İslamcılıkla' değiştirdiler.
Eski Baasçıların Irak el-Kaide'sini ele geçirmesiyle DEAŞ, uluslararası el-Kaide'den ayrıldı. Suriye'de DEAŞ, el-Kaide'nin Nusra Cephesi'ne karşı kanlı savaşlar verdi. Yine Suriye'de, artık DEAŞ liderleri olan Iraklı Baasçılar, Esed'in istihbarat ağıyla ilişkilerini iyi tuttular. Bu gerçek, Esed'le DEAŞ arasındaki ilişkinin düşmanca olmayışını ve DEAŞ bölgesinde üretilen petrol ve gazın Esed rejimine satılmasındaki karşılıklı çıkarı açıklayabilir.
- DEAŞ’ın gizlediği Baasçı kimliği
Dünyanın büyük bir kısmı DEAŞ'ı el-Kaide'nin bir uzantısı olarak görse de, ‘radikal İslamcılığın’ esasen, dünyanın 'DEAŞ' adıyla tanıdığı örgütün Baasçılığını örten bir ‘süsleme’ olduğunun farkında olanlar sadece Iraklı Şiilerdi. Iraklı yetkililerin yaptığı neredeyse bütün açıklamalarda ve konuşmalarda olduğu gibi, sıradan Iraklıların konuşmalarında da DEAŞ mensuplarına (‘Daeş’in Arapça çoğulu olarak) ‘Baasçı Devâiş’ deniliyordu. DEAŞ'ın kontrol ettiği toprakları idare usulü de, örgütün el-Kaide'den çok Saddam'dan esinlendiği gerçeğini tasdik ediyor.
- İlham kaynağı Saddam, el-Kaide değil
Saddam gibi DEAŞ da kontrolü altındaki bölgelerde yaşayanlara seyahat yasağı koydu, uydu antenlerini yasakladı ve devletin 'İslam Dinarı'nın yerine yabancı para birimi kullananların ellerini kesti. Yine Saddam gibi herkesi ve her şeyi hedef tahtasına koyduğu için, bütün dünyayı milleti aleyhinde komplolar kurmakla suçladığı için, acımasız DEAŞ’ın hiç dostu olmadı.
Son olarak, yine Saddam gibi, DEAŞ da uluslararası bir koalisyonun gazabını celp etti ve bu koalisyon DEAŞ bölgelerine yönelik çok yıkıcı bir hava harekatı başlattı. Bununla birlikte DEAŞ savaşçıları, Saddam'ın savaşçılarının aksine, Irak hükümetinin ve milislerinin ilerleyen güçleriyle çok daha cesurca savaştılar. Saddam'ın savaşçılarının çoğu henüz ilk savaş rüzgarları eserken tabanları yağlamıştı.
- DEAŞ’ı zayıflatmanın yolu
Irak ordusunun düştüğü hezimetle DEAŞ’ın Musul'u 2014 haziranında ele geçirmesiyle birlikte, 2010 ve 2011 yıllarında Irak'ı istikrara kavuşturmayı hedefleyen Amerikan planının mimarları yeniden göreve çağrıldılar. Bağdat'ın DEAŞ’ın eline geçme ihtimalini bertaraf etmeye yönelik ABD müdahalesinin önemine Obama'yı ikna etmek için limuzinine gizlice giren ABD eski Genelkurmay Başkanı General Martin Dempsey, Kongre'ye hesap verdiği bir oturumda [3], DEAŞ’ı zayıflatma planının temel taşının Iraklı Sünni aşiretlerle yeniden temas kurulması olduğunu söylemişti. Bu konuda başarısız olunursa, ABD'nin sil baştan yapmak zorunda kalacağını da eklemişti.
İran'ın baskısı altındaki Irak hükümeti, ABD'nin Sünni aşiretlerle yeniden temasa geçmesine veya onları silahlandırmasına asla izin vermedi. Tahran'a selefinden daha yakın olan Başbakan Haydar İbadi, Washington'dan Iraklı Sünnilere yönelen her türlü desteğin Irak hükümeti üzerinden verilmesinde ısrarcı oldu. Obama nükleer anlaşma için İran'la flört ederken, Washington Iraklı Sünnileri yüz üstü bıraktı. Bu arada İran yanlısı Şii milisler Sünni kasabaları ve köyleri harap etti, sivillere zulmetti ve hatta Saddam'ın Tikrit'teki türbesinin yıkıntılarına dahi ateş ettiler [4]. Bütün bunlar Irak'ın DEAŞ’a karşı yürüttüğü savaşın, terörle mücadeleden çok, Şiilerin Sünnilerle eski hesaplarını görmesi olduğu izlenimini veriyor.
Saddam'ın devrilmesinin ardından İran ve Iraklı Şiiler intikam hisleriyle Irak'ın Sünnilerini hedef almaya başladı. Böylece eski ve kısır şiddet döngüsünü sürdürmüş oldular. Irak’taki bu Şii-Sünni kan davasının son raundu, Şiilerin DEAŞ topraklarını yeniden ele geçirmesi oldu. Eğer tarih bize bir şey öğretiyorsa, o da intikamın eski yaraları asla iyileştirmediği, onları yalnızca derinleştirdiği ve gelecekte artarak yaşanacak şiddete zemin hazırladığıdır. Bu yüzden Townsend Iraklı Şiileri Sünnilere daha farklı davranmaya davet etti. Şiilerin Townsend'in tavsiyesine kulak asıp asmayacağı ise cevabı henüz alınmamış bir soru.
Mütercim: Ömer Çolakoğlu
“Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
[1] http://www.bbc.com/news/world-middle-east-40564159
[2] https://csis-prod.s3.amazonaws.com/s3fs-public/legacy_files/files/publication/121024_Iraq_Violence.pdf
[3] https://www.c-span.org/video/?321417-1/secretary-hagel-general-dempsey-isis-threat
[4] https://www.youtube.com/watch?v=Ny88_J_RY-g
[Bir dönem Chatham House'da misafir araştırmacı olarak görev yapan ve şu an Washington'da ikamet eden gazeteci Hüseyin Abdül-Hüseyin, Arap medyasının yanı sıra New York Times, Washington Post, Christian Science Monitor, USA Today gibi gazetelere makaleler yazmakta, CNN ve BBC gibi televizyon kanallarında Ortadoğu analizleri yapmaktadır]
AA