Masanın üstü “Evvel giden” ahbapların resimleriyle dolu.
Bütün mektuplarını da indirdim dosyalarından.
“Seninle şöyle bir oturamadık” demişti; Nevzat Küçükerdoğan
“Seninle şöyle bir oturup konuşamadık” demiştim; Mahmut Sural’a, Sefa Odabaşı’ya Adil Gücüyener’e.
“Hadi görüşürüz” diyerek ayrılmıştı, Vehbi Durmuş.
“Bak, görüşelim” demişti her telefonda, sınıf arkadaşlarım. “Tamam görüşelim” diyorum, ayrılık sarılmalarıyla.
Parmaklarını sallayarak “Mutlaka görüşelim. Tamam mı? diye üstelemişlerdi; Erol İlay, enişte Selahattin, Ali Sert.
“Bu sefer görüşelim” diyordu, İbrahim Sur”
“Bir daha arayı açmayalım, mutlaka görüşelim” diyordu Mehmet Önder, Celalettin Kişmir.
“Bir daha arayı açmayalım” demiştim hepsine.
Dedikleriyle kaldılar, dediğimle kaldım.
“Yola çıkışları”nı ya gazetelerden öğrendim; ya, aylar sonra aradığımda söylediler.
“BUGÜN, YARIN” DERKEN. BUL DA GÖREYİM.
Masanın üstü “Evvel giden” ahbapların resimleri ile dolu. “Evvel gidenler”, kalan “öğürlerim”in iki katı olmuş.
Bu yazıyı yazmak için beynimle, gönlümle “cebelleşirken”; “olmuyor, olmuyor” diye yırtıp yırtıp sepete atarken Mehmet Özkürkçüler çıkageldi. “Oruçsuz” nadir günlerinden biriydi; “Çayı söyle” dedi.
Sonra anlatmaya girişti. “Alaaddin’den buraya yaya geldim. Selam verecek, selam alacak bir tanıdık simaya rastlamadım. Eskilden olsaydı, Alaaddin’den buraya kadar selam verdiğim, selamını aldığım onlarca insana rastlardım. Tanıyan da kalmamış, tanıdığım da kalmamış”.
Masanın üstündeki resimlerdekilerin çoğunu Mehmet Özkürkçüler de tanırdı; çoğuyla “hukuku” vardı.
Resimleri işaret etti. “Onlarla birliktesin” dedi. Halden anlıyordu.
TRAŞIMI AK MI-KARA MI, ÖNÜME DÖKÜVEREN BİR YAZI
Bir yazı var elimde. Yeni tanıştım bu yazarla, “gıyaben”. Ali Çolak, Zaman Gazetesi”nde yazıyor, sanırım haftada bir. Amma ne yazılar.
Burada konu etmeye çalıştığım “evvel giden” dostlarımı da; onlarla ayrılış cümlelerimi de, bir bir, Ali Çolak hatırlattı.
Traşımı ak mı, kara mı, önüme döküveren yazıyı size de sunuyorum. Okuduktan sonra düşünüp kaldığınız, bir hoş olmanızı peşinen görüyorum.
Buyurun:
“Belki görüşemeyiz”
“Sebahattin Ali’nin o her zaman çok okunan romanı Kürk Mantolu Madonna’nın kahramanı Raif Efendi, ölümünden önceki son gece, mesai arkadaşı ve romanın anlatıcısı genç adama, “Seninle şöyle bir oturup konuşamadık” demişti.
“Kitabın en dokunaklı cümlelerinden biriydi bu. Gerçi Raif Efendi’nin bütün hayatı ve macerası bir hüzün yumağıydı ama hayatının sonunda tesadüf ettiği, kendisini dinlemek ve anlamak kabiliyetine sahip yegane insanı da bırakıp gidiyordu işte. Ona bile anlatamamıştı. Yaşamıyor gibi yaşayan bir adamdı gerçekte. Defterinin sayfalarından birinde şöyle bir cümle geçiyordu: “Asıl ‘ben’, otuz beş seneye yaklaşan ömrümde, ancak üç-dört ay kadar yaşamış, sonra benimle alakası olmayan manasız bir hüviyetin derinliklerine gömülüp kalmıştım”.
“Raif Efendi”nin defterinde bir satır olmaktan daha geniş bir yaşama alanı var cümlenin. Ne saklamalı, belki çoğumuzun hayatı, tıpkı böyle akıp gidiyor. Belki çoğumuz, yaşaması gereken asıl hayatı kaçırmış bir vaziyette, artık geri dönülmez bir günün akşamına vardığımızda, dönüp bir dostumuza yahut en yakınımızdaki insana, ‘Seninle şöyle oturup konuşamadık’ demeye hazırlanıyoruz.
Aslına bakarsanız. Bu çoğumuzun hayatın bir anında mutlaka söylemeye mahkum olduğu bir cümle. ‘Seninle şöyle bir oturup konuşamadık…’ Hayatımız görüşmelere izin vermemiş, vermiyor. Alelacele gidişlerde, dar vakitlerde, uçak kalkarken, otobüs giderken, vapura koşarken, çocuklar kolumuzdan çekiştirirken, telefonu kapatırken ve her ayrılışta mütemadiyen… ‘Hadi görüşürüz!’ Kararlıyız, şansa bırakmak istemeyiz, ‘hadi görüşürüz!’ Kararlıyız, şansa bırakmak istemeyiz,‘bak görüşelim, mutlaka görüşelim, tamam mı!’ Bir iyi niyet cümlesidir, söylenir. Fakat görüşemeyiz! Aylarca, bir, iki, üç yıl, belki daha fazla. Sonra bir gün telefon! Yakınmalar, mazaretler… Arada doğumlar, hastalıklar, ölümler, arada büyük unutuşlar olmuş; ikimizden biri hiç yaşamıyor gibi. ‘Bu sefer görüşelim’ diyoruz, ‘bir daha arayı açmayalım!’ Görüşebilir miyiz?
“Bir hoş olacaksınız” demiştim. Gördünüz mü?
Sizde belki binlerce kez “Görüşelim/ Mutlaka görüşelim/Arayı uzatmayalım, mutlaka görüşelim/ Hadi görüşürüz/ Görüşürüz/ Görüşmek dileğiyle” demiştiniz değil mi? Peki sonra ne oldu?
“ Fİ TARİHİ” NDEN KALAN BİR RESİM: BELKİ 40 YILLIK.
Masanın üstü “evvel giden” ahbapların resimleri ile dolu. İçlerin birini ayırmıştım. Resimdekiler de “ Görüşelim/ Mutlaka görüşeyim, tamam mı?/ Hadi görüşürüz” dediğim insanlar, diyen insanlar.
Şems Parkı’nda “Şems’in atıldığı kuyu” diye bilinen türbenin önü. Ortalarına gül dolu bir vazo koymuşlar; sonra iki kol halinde sıralamışlar.
Sol kolda Hasan Yürük, yanında A.Sefa Odabaşı, sonra Nihat Kalfazade; onun yanında Şahabettin Uzluk, Derviş Sinangil, Arif Bilgi.
Sağ yanda, ortada Feyzi Halıcı ve Mehmet Ali Apalı.
Bir “zaman tüneli”ndeyim. 1960’ları, 1970’leri “tekmili birden, otuz iki kısım” filmler gibi yaşıyorum.
Avukat Serdar Ceylan geliyor; “Eskileri konuşmak, eskileri sormak için”
Serdar Ceylan bir avukat; Türkiye Elektirik İletişim Kurumunda görevli; Kültür ve Tabiat Varlıkları Kurulu üyesi; tarihi Anıtlar Derneği yardımcısı. Konya’nın muhteşem kültür birikiminin bilincinde bir aydın. Araştırıyor, yazıyor, yaşatmaya çalışıyor.
Masadaki “ Fi Tarihi’nden resim” dikkat çekiyor.
“İnternete koyduk bir resmi” diyor; Şahabettin Uzluk sitesini açıyor; “ bu resim bildiğime göre Ayaşlı Şakir’in anma toplantısında çekilmiş” diyor.
Tam bir şoktayım. Ben; A.Sefa Odabaşı’nı, Şahabettin Uzluk’u, Arif Bilge’yi, Mehmet Ali Apalı’yı yazmaya hazırlanıyorum. Onlardan yeteri kadar faydalanamadığımın pişmanlığı içindeyim, yazı daktiloda yarım bekliyor. Serdar Bey o dönemleri, kişileri konuşmak için geliyor. Akılla, mantıkla açıklanmayacak bir durum. Fizik ötesi…
Serdar Ceylan’a “Hayret ki, hayret” diyorum; gülümsüyor “anılmayı istiyorlar” diyor.
KİMİN KIYMETİNİ, NEYİN KIYMETİNİ BİLDİ Kİ.
Resimdeki insanlar için Konya bir sevdaydı. En güzel yıllarını, bazılarını bir ömrü Konya için harcadılar. Hizmetlerini hatırlayan bir avuç insan kaldı. Ama yazdıkları bilimsel araştırma yapanlar için birinci dereceden kaynak.
Hepsi “Konya’nın Hafızası’nın bir kısmını beyinlerinde taşıyorlardı. Renkli insanlardı; Konya’yı Konya yapan renkleri, kokuları, bilgileri, hatıraları özümsemişlerdi.
Söz gelişi Nihat Kalfazade, Derviş Sinangil, Mehmet Ali Apalı bütün değerlerimizin tanığıydı. Sağlıklarında hatıraları anlattırılırsa, elimizde, Evliya Çelebi ciltlerini aşan bir kültür külliyatı olurdu.
İyi ki, A.Sefa Adabaşı yaşadığını, duyduğunu, gördüğünü ömrünün sonunda aralıksız yazarak kitaplaştırdı.
Arif Bilge’nin, Şahabettin Uzluk’un kitapları yeniden yayınlanmayı bekler.
Bir Feyzi Halıcı var elimizde, “ Konya’nın Hafızası” olarak. Feyzi Halıcı’nın girişiminide genç kuşaklara iletmekte öyle bir yayayız, yayayız.
“ Görüşelim” dedik; “Mutlaka görüşelim” diye sizde yüzlerce kez demişinizdir. Görüşebildiniz mi?
İhmal ettikleriniz içinizden tutmuyor mu?
Biliyorum, formsuz bir yazı oldu, darmadağınık yazdım. Yazdığımı kendim de beğenmedim. İhmallerimin pişmanlığını yaşıyorum. Faydası var mı? Belki.
Neden korkuyorum, biliyor musunuz?
İhmal ettiklerim tesadüfen anılınca “ O gideli çok oldu. Haberin yok mu?” denmesinden.
“Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı” demiş. Düşündünüz mü hiç; çoğu ayrılığa biz sebep oluruz, bilmeden, ihmallerle.
“Sonra.” Deriz. “Sonra”
Sonra, koydunsa bul. Birde bakarsınız; telefonu cevap vermiyor; zilini çalıyorsunuz, kapısı açılmıyor.
O giderken siz aklına geldiniz mi acaba?
Yatağının yanına otursanız, “Geç kaldın” , “ Boşuna geldin” der gibi, yattığı yerde sırtını dönüp, yüzünüz bakmazdı, herhalde…